Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-24-2009, 01:16   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Gurur´un Zemm, Hakikati ve Misalleri

ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi ALLAH hakkında aldatmasın(Lokman/33)

O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ´Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım´. Onlara ´Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!´ denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) mü´minlere şöyle bağırırlar: ´Bizler sizinle beraber değil miydik?´ Mü´minler ´Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. ALLAH´ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz), o çok aldatıcı (şeytan), sizi ALLAH(ın affı) ile aldattı´.derler.(Hadîd/13-14)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür.1

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) ALLAH´ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!

İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de... Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.

I. Misal

Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu ALLAH hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, ahiret borçtur. O halde dünya ahiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu ahirete tercih etmek gerekir´. Yine der ki: ´Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, ahiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız´. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis´in kıyasına benzer.
Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın.(Sâd/76)

Bu mağrurlara şu ayet-i celîlede de işaret vardır:

İşte onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.(Bakara/86)

Bu gururun tedavisi, ya iman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred iman tasdikine gelince, ALLAH Teâlâ´yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. ALLAH katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir.(Nahl/96)

ALLAH katında olan daha hayırlıdır.(Kasas/60)

Ahiret daha hayırlı ve daha bâkîdir.(Alâ/17)

Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.(Âlu İmran/185)

Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!(Lokman/33)

Hz. Peygamber (s.a) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hz. Peygamber´i tasdîk ettiler, ona iman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri ´ALLAH mı seni peygamber olarak gönderdi?´ derdi. Hz. Peygamber ´evet´ deyince, o da tasdik ederdi. Bu iman, halkın imanıdır. Bu iman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin imanı, babanın çocuğuna ´mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır´ demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.
İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, ahiret ise borçtur!´hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından ahiret müddetine kıyas et. Çünkü insanoğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise ahiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.

Bu bakımdan ahirete iman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, ahiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan ´Peşin, borçtan dahil hayırlıdır´ kıyasında yanılmıştır.

Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gafil olmuştur. Çünkü ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır´ mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsanoğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: ´Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Ahiret ise şüphelidir!´ Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.

Fakat tüccar şöyle der: ´Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!´ Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.

Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır´. İşte tıpkı bunun gibi ahiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer ahiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer ahiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur.

Bu sırra binaen Hz. Ali ALLAH´ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: ´Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun´. Hz. Ali, bu sözünü ahiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer ahiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.

İblis´in ´Ahiret şüphelidir!´ şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine mü´minlerin nezdinde ahiret kesin ve yakîndir. Mü´minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.

Birinci Yol

Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek iman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi ahireti tasdîk eden ve ahiretten haber veren, takvanın, ahiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, ALLAH´ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla ahireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar.

İkinci Yol

Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hz. Peygamber´in ahiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrail´den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hz. Peygamber´in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler), peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi... Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun haki-kati keşfolunur. Ruhun ALLAH´ın emrinden olduğu görünür.

Ruhun ALLAH´ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; ´ALLAH´ın sadece mahlûkudur´ densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir:
1.Emir âlemi

2.Halk (yaratma) âlemi

Emir de, halk da ALLAH´ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma), dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hz. Adem´in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hz. Adem´in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hz. Adem´i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet ALLAH´ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. ALLAH´ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:

O kimseler gibi olmayın ki ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19)

Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) ´Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman ´Fesaketü´r-rutabetu an kumamiha´ denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına ´mârifet ve velayet´ denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.

Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın ´âhiret şüphelidir´ aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle mü´min olanlar, ALLAH´ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.

Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü imanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece iman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.

Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Muhakkak ki iyilik yapanlara ALLAH´ın rahmeti pek yakındır.(Araf/56)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

İhsan, senin ALLAH´ı görür gibi ALLAH´a ibâdet etmendir,2 ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

Asr´a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr Sûresi)

ALLAH´ın Kitabı´ndaki mağfiret va´di, iman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin ALLAH´ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:

ALLAH´ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: ´Eğer ALLAH´ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız´. Nitekim ALLAH Teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:

Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer RABBİMe döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.(Kehf/36)

Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken mü´min ona şöyle dedi: ´Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?´

Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, mü´minin sözünü reddederek şöyle dedi: ´Ahiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir´. ALLAH Teâlâ, As b. Vail´in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´Elbette bana mal ve evlat verilecek!´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı?(Meryem/78)

Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail´den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: ´Onu âhirette alırım´. O cevap olarak bana ´Ben ahirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´elbette bana mal ve evlat verilecektir´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak ´Bu benim hakkım! Kıyametin kopacağını zannetmiyorum? RABBİMe döndürülecek olsam bile muhakkak O´nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır´ der.(Fussilet/50)

Bütün bunlar, ALLAH´ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis´in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden ALLAH´a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında ALLAH´ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, ahiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Ahiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.

Nefislerinde de ´ALLAH bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir.(Mücâdele/8)

Bazen de mü´minlere bakarlar. Mü´minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve mü´minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:
ALLAH´ın aramızdan kendilerine iman ihsan ettiği kimseler şunlar mı?(Enam/53)

Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı.(Ahkaf/11)

Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: ´ALLAH dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: ´ALLAH geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!´

Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: ´Eğer ben ALLAH´ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım ALLAH bana ikramda bulunmazdı´. Kişinin zihnini karıştıran şey ´Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği´ düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: ALLAH´ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, ALLAH´ın nimetine aldanmıştır; zira ALLAH katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil ALLAH´ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin ALLAH´ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir.

Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.

Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcıdırlar; zira ALLAH Teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi... Nitekim Hz. Peygamber´den böyle vârid olmuştur.3

Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: ´Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi´. Dünyanın kendilerine yönelişini, ALLAH´ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: ´Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!´ Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun ALLAH katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.
Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse ´RABBİM bana ikram etti´ der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa ´Rabbin beni zelil düşürdü´ der.(Fecr/15-16)

ALLAH Teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden ALLAH´a sığınırız. ALLAH Teâlâ´dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu ALLAH Teâlâ beyan etmiştir.

Hasan Basrî der ki: ALLAH Teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da ´hayır´ demek suretiyle yalanladı. ALLAH Teâlâ şöyle der: ´Mal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,

Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin ALLAH´tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın ALLAH´a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: ALLAH´ın Kitabı´na iman ve O´nun Rasûlü´nü tasdik etmektir.

Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller.(Mü´minûn/55-56)

Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız.(Kalem/44)

Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44)

´Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız´ ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!´

Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır.(Âlu İmran/178)

ALLAH´ın Kitabı´nda ve Hz. Peygamber´in Sünneti´nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona iman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei ALLAH´ı ve ALLAH´ın sıfatlarını bilmemektir; zira ALLAH´ı bilen bir insan ALLAH´ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. ALLAH başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.

Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/98)

ALLAH Teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:
ALLAH´ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar.(A´raf/99)

Onlar hileye saptılar. ALLAH da ona karşılık verdi. ALLAH fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir.(Âlu İmran/54)

Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak!(Tarık/15-17)

Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi ´Benim kızgınlığımdan kork´ diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran ALLAH´ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin ALLAH´ın dünya nimetlerini kendisine vermesini ALLAH katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle ALLAH katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir.

İkinci Misal

İkinci misal, mü´minlerin günahkârlarının ´ALLAH kerîmdir, biz O´nun affını ümit ederiz´ demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.

´ALLAH´ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir´ zannıyla ´Kullarının günahları ALLAH´ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i tevhidiz, mü´miniz, iman sebebiyle ALLAH´tan ümidimiz vardır´ zanlarıyla olur.
Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hz. Ali´nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de ALLAH´tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise ALLAH´a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.

Şeytanın Hz. Ali´nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: ´Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. ALLAH sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!´

Aldanmış kişi, Hz. Nuh´un (a.s) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hz. Nuh (a.s) rabbine şöyle seslendi:
Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va´din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.
ALLAH Teâlâ, Hz. Nuh´a cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Nuh! O senin ailenden değildir, o(nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.(Hûd/45-46)

Hz. İbrahim (a.s) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. ALLAH Teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de ALLAH´a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: ALLAH itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: ´Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz´.

Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe´ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde ALLAH katında takvâ´nın başkalarına faydalı olması, ALLAH´ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de ALLAH´ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için ALLAH Teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.

İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin ´ALLAH kerîmdir. Biz ALLAH´ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz´ demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Ben kulumun, zannı üzereyim´. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!

Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hz. Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: ´Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, ALLAH hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan´da bulunmuştur´. İşte günahkârların bu sözü de

ibâdetsiz olarak ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona ´ümid´ ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa ALLAH Teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:

Onlar ki inandılar, göç ettiler, ALLAH yolunda savaştılar; işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar. ALLAH çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Bakara/218)

Yani böyle kimselerin ALLAH´ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ başka bir ayette ahiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:

(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o mü´minlere bahşedilmiştir).(Vâkıa/24)

Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyamet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir.(Âlu îmran/185)

Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, ´Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir´ diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.

Hasan Basrî´ye "Amellerim zâyi ettikleri halde ´Biz ALLAH´tan ümit ederiz´ diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak ´Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar´ dedi.

Müslim b. Yesar der ki: ´Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim´. Bunun üzerine biri ona cevap olarak ´Biz ise ALLAH´tan ümidimizi kesmiyoruz´ dedi. Müslim, cevap olarak ´Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar´ dedi.

Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha iman etmeden önce veya iman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce ALLAH´ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de ALLAH´ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de iman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) ALLAH Teâlâ´nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, tevhid üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini ALLAH´tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, ALLAH´a güvenerek aldanmış kimselerdir.
Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.(Furkan/42)

Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.(Sad/88)

ALLAH Teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:
Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık.(Secde/12)

Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, ahirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin ´Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir´ (Necm/39) sözün doğrudur.

Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere ´Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve ´ALLAH hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz´ dedik".
(Mülk/8-9)

Yani biz size ALLAH´ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size ´Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir.´ (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi ALLAH´a güvendirip aldatan ne idi? Onlar cevap olarak şöyle dediler:

´Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!´ Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler!(Mülk/11)

Eğer ´Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?´ diye sorarsan cevap olarak deriz ki: ´Reca ve ümit iki yerde güzeldir:

1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine ´Senin tevben kabul edilmez?´ deyip kendisini ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, ALLAH Teâlâ´nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, ALLAH´ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.

De ki: ´Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin, ALLAH bü-tün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez.(Zümer/53-54)

İşte burada görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.

Ve ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum´a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum´a namazına gitmek gelirse, şeytan ona ´sen cum´aya yetişemezsin, yerinde dur´ dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum´aya giderse ve cum´aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde ´İmam benim hatırım için cum´a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder´ ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.

2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine ALLAH´ın nimetini ve salih kullarına va´dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlamalıdır:

Muhakkak mü´minler zafer bulmuştur. O mü´minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.(Mü´minûn/1-11)

Birinci reca (ümit), tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: ´Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır´.

Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, ALLAH´tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini ALLAH´ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: ´ALLAH günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada bir-takım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O´nun rahmetiyle nasıl aldanırım?´

Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, ALLAH´tan yüz çevirmelerinin, ahiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır.4

Hz. Peygamber´in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş za-manlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz ALLAH´ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, ALLAH´tan yüz çevirmiş olarak görürsün. ALLAH´ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: ´Selef-i salihînin, ashab-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!´

Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hz. Peygamber (s.a) Me´kal b. Yesar´ın kendisinden rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur´an, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecek-tir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: ´Benim bu iyiliğim ALLAH katında kabul edilir´. Eğer kötülük yaparsa der ki: ´Benim bu kötülüğüm affedilir´.5

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur´an´daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. ALLAH Teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:

Onların ardından, yerlerine geçip Kitab´a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169)

Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.

(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.(Rahman/46)

Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va´dimdir.(İbrahim/14)

Kur´an, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur´an hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur´an´ın içindeki hükümlere imanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur´an´ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur´an´ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur´an´daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?

İşte buraya kadar söylediklerimiz, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.

Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur.

Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle ALLAH´tan af talep eden veya günde yüz defa ALLAH´ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün ALLAH´ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gafil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri kaydetmiş, ALLAH da her kelimeye karşı ceza vereceğini va´detmiştir.

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.(Kaf/18)

Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.

Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs´in ve Firdevs´teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek ALLAH´ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur´an´ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan ALLAH (c.c) ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır

ALLAH en doğrusunu bilir.
____________

1)İbn Ebî Dünya
2)Müslim, Buhârî
3)Tirmizî, Hâkim
4)Ucub bölümünde geçmişti.
5)Deylemî, Müsned´ül-Firdevs

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 02-24-2009, 01:18   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
2-İbâdet ve amel erbâbı

İkinci sınıf ibâdet ve amel erbâbıdır. Bunlardan mağrur olan birçok grup vardır. Onlardan bir grubun gururu namazdadır. Başka bir grup Kur´an okumada, diğer bir grup hac konusunda, başka bir grup gazâya gitmek, diğer bir grup zâhidlik hususunda gurura kapılır. Böylece her biri amelin yollarından biriyle meşguldür, akıllıları hariç, bunların hiçbiri gururdan kurtulmuş değildir. Akıl sahipleri de pek azdır. Bu bakımdan onlardan bir grup farzları ihmal etmişlerdir, fazilet ve nafile ibâdetlerle meşguldürler. Bazen faziletlerde o kadar ince eleyip sık dokurlar ki, haddi aşıp israfa bile kayarlar. Tıpkı abdest hususunda vesveseye düşüp bu hususta mübalâğa eden ve şer´î fetvada temizliğine hükmedilen suya razı olmayan bir kimse gibi... Bu kimse necaset hususunda uzak ihtimalleri yakın sayar. Fakat iş helâl yemek hususuna geldiği zaman, ihtimalleri uzak sayar. Bazen de katıksız haram yer. Eğer su hakkındaki ihtiyati yemek hakkında da olsaydı, durumu ashab-ı kirâmın durumuna daha fazla benzemiş olurdu; zira Hz. Ömer (r.a) hristiyan bir kadının testisinde bulunan su ile abdest aldı. Oysa o su için necaset ihtimali de sözkonusu idi. Halbuki Hz. Ömer, harama girmek korkusundan helâlin bir-çok çeşitlerini terkederdi.
Sonra bu gruplardan su dökmekte israfa kaçanlar vardır. Oysa böyle yapmak yasaklanmıştır.24 Bazen de namazı zâyi edecek, vaktinden çıkaracak kadar abdesti uzatır. Namazı vaktinden çıkarmasa dahi yine mağrurdur. Çünkü vaktin öncesinde namaz kılmanın faziletini elden kaçırmaktadır. Eğer bu fazileti elden kaçırmasa yine mağrur sayılır. Çünkü suda israf yapmaktadır. Eğer suda israf yapmazsa yine mağrurdur. Çünkü herşeyin en azizi olan ömrünü zayi etmektedir. Hem de ihtiyaç olmayan bir yerde... Ancak şeytan halkı ALLAH´a giden yoldan parlak bir yol ile meneder. İbâdet edenleri ibâdetten ancak ibâdet süsünü verdiği şeylerle meneder. Böylece onları bu gibi şeylerle ALLAH´tan uzaklaştırır!
Diğer bir grup namaza niyet etmek hususunda vesveseye kapılmıştır. Şeytan, doğru dürüst bir niyet etmesi için rahat bırakmaz. Cemaati kaçırsın diye, durmadan niyette vesvese yaptırır. Dolayısıyla namaz vaktinden çıkar. Eğer tekbir getirse bile, tekbirden sonra niyetinin doğru olup olmaması hususunda tereddüt eder. Bazen de tekbir hususunda vesveseye düşerler. Hatta şiddetli ihtiyattan dolayı tekbir sigasını bozarlar. Bunu namazın başlangıcında yaparlar. Sonra namaz boyunca gaflete dalarlar. Hiçbir zaman namazın içinde kalp huzurunu sağlayamazlar ve bu yaptıklarıyla mağrur olurlar. Namazın başlangıcında niyetin tashihi hususunda kendilerini yordukları ve bu yorgunluk ve ihtiyattan dolayı halk tabakasından ayrıldıkları için ALLAH katında hayırlı olduklarını zannederler.

Diğer bir grup Fatiha´nın ve diğer zikirlerin harflerini mahreçlerinden çıkarmak hususunda vesveseye kapılırlar. Durmadan şeddeler hususunda ihtiyatlı hareket ederler. Dad ile Zâ harfinin arasındaki fark ve namaz boyunca harflerin mahreçlerini tashih ile meşgul olurlar. Onların bundan başka bir hedefleri yoktur. Bundan başkasını düşünmezler. Kur´an´ın mânâsından gafil, Kur´an ile nasihatlenmekten habersiz, anlayışlarını Kur´an´ın sırlarına sarfetmekten uzaktırlar. Bu tür gurur, gurur türlerinin en çirkinidir; zira halk, Kur´an´ın okunması hususunda ve harflerin mahreçlerini tahkik etmek yönünden ancak normal konuşmalarında telâffuz ettikleri şekilde mükelleftirler.25

Bu kimselerin misâli, sultanın huzuruna mektup getiren ve o mektubu olduğu gibi okumakla görevli olan bir kimsenin misâli gibidir. Mektubu getiren mektubu okumaya başlar. Harflerin mahreçlerine dalar, tekrarlar ve yine tekrarlar. Bütün bunları yaparken mektubun maksadından ve meclisin hürmetini gözetmekten gafildir. Böyle bir kimse hakkında siyasetin icra edilmesi ve tımarhaneye gönderilmesi en uygun hükümdür. Bunun akılsızlığına hükmetmek yerinde bir hüküm olur!

Başka bir grup da Kur´an´ı süratle okumalarıyla gururlanırlar. Kur´an´da oldukça süratle yürürler. Bazen birgün bir gecede bir hatim indirirler. Bunlardan birinin dili Kur´an okur, fakat kalbi isteklerinin derelerinde yuvarlanmaktadır; zira bu kimse Kur´an´ın mânâlarını düşünmez ki Kur´an´ın yasaklarıyla nefsine çeki düzen verip ibret alsın, Kur´an´ın emirleri yanında durup yasaklarına riayet etsin! Kur´an tilâveti bahsinde, tilâvet-i Kur´an´dan gaye olan daha nice şeylere riayet etmez. Öyleyse bu kimse mağrurdur. Kur´an´ın inzalinden (indirilişinden) gayenin Kur´an´dan gafil olmakla beraber kemküm etmektir zanneder. Bunun misali, efendisi kendisine mektup yazmış bir kölenin misaline benzer. O mektupta emir ve yasaklara işaret edilmiştir. Buna rağmen köle, mektubu anlamaya ve içindeki emirleri yerine getirmeye çalışmaz, mektubu ezberlemeye çalışır, efendisinin kendisine emrettiğinin hilâfına hareket eder. Ancak hergün yüz defa mektubu okur. Bu köle cezaya müstehaktır. Ne zaman ki mektuptan gayenin bu olduğunu zannederse mağrurdur. Mektub unutulmasın, ezberlensin diye okunur. Ezberlenmesi de mânâsı içindir. Mânâsı da kendisiyle amel edilmek içindir. İçindekilerden faydalanmak için okunur. Bazen kişinin güzel sesi olur. Onu okur, ondan zevk alır. Zevk almasıyla mağrur olur. Zanneder ki bu, ALLAH Teâlâ´yla yapılan münâcattan ve kelâmını dinlemekten gelen bir lezzettir. Oysa bu zevk onun sesinde vardır. Eğer nağmelerini bir şiir okumak veya başka bir kelâm okumak suretiyle evirip çevirse, mutlaka ondan da o zevki alır. Öyleyse bu kimse kalbini teftiş edip, onun zevkinin ALLAH´ın kelâmının, güzel nazım ve mânâlarından mı geldiğini yoksa sesinden dolayı mı geldiğini anlamalıdır. Bilmediği takdirde aldanmıştır.

Diğer bir grup oruç tutmakla mağrurdurlar. Bazen bütün sene veya mukaddes günlerde oruç tutarlar. Oysa bu oruçlu günlerde dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini iftar zamanlarında haram yemekten, dillerini bütün gün boyunca fuzulî hezeyandan korumamaktadırlar, buna rağmen kendileri için hayır umarlar. Farzları ihmal eder, nafilenin peşinden koşarlar, sonra onun da hakkını vermezler. Bu ise gururun katmerlisidir.
Diğer bir grup haclarıyla mağrur olmuşlardır. Zulmen aldıkları malları geri vermeden, borçlarını edâ etmeden, anne ve babalarının rızasını almadan ve helâl azık edinmeden hacca giderler. Farz haccı yaptıktan sonra bile bunu yaparlar. Yollarda namazı ve farz vazifeleri zâyi ederler. Elbise ve bedenin temizliğinden âciz olurlar. Zâlimlerin haracına mâruz kalırlar ve o harac kendilerinden alınır, Yolda gevezelik yapmak ve kavga etmekten sakınmazlar. Bazen de bazıları haramı toplar ve yolda arkadaşlarına yedirir. Bununla riya ve gösteriş arzusundadır. Dolayısıyla önce haram kazanmak suretiyle ALLAH´a isyan eder, sonra onu arkadaşlarına yedirmek suretiyle isyan eder. Bu bakımdan ne helâlinden edinmiş, ne de hakkı olan yere sarfetmiş olur. Sonra kötü ahlak ve sıfatlarla, bozuk kalple ALLAH´ın beytine (Kabe´ye) varır. Varmadan önce gereken temizliğini yapmamıştır. Buna rağmen, rabbinin katında hayır işlediğini zanneder. O halde böyle bir kimse mağrurdur.
Başka bir grup da emr-i bi´l-mâruf nehy-i an´il-münker´i yapmak ve irşadda bulunmak yoluna başlamıştır. Halkın durumunu hor görür, onlara hayrı emreder, kendi nefsini unutur. Halka hayrı emrettiği zaman şiddete başvurur. Reis ve baş olmak talebinde bulunur. Bir münkeri işlediği zaman, başkası tarafından ikaz edildiğinde öfkelenir ve der ki: ´Ben irşad ediyorum. Sen nasıl beni ikaz ediyorsun?´ Halkı namaz için camide toplar, geç geleni en galiz söz ile azarlar. Oysa gayesi, riyakârlık ve baş olmaktır. Eğer kendisi değil de başkası aynı şeyi yaparsa mutlaka ona hased edip kıskanır.

Onlardan ezan okuyup ve ezanını sadece ALLAH için okuduğunu sanan da vardır. Oysa başkası gelip onun bulunmadığı zaman ezan okursa, ezan okuyanın başına kıyameti koparır ve der ki: ´Neden benim hakkımı alıyorsun? Neden benim mertebemi elimden almak istedin?´ Böylece herhangi bir caminin imamlığını üzerine alır, hayır işlediğini zanneder. Oysa gayesi ´filân caminin imamıdır´ dedirtmektir. Eğer başkası ondan önce gelip imamlığa geçerse, kendinden daha muttaki ve daha bilgin olsa da, yine de bu hareket ona ağır gelir.
Diğer bir grup, Mekke veya Medine´de kalırlar. Bundan mağrur olurlar. Kalplerini murakebe etmez, zâhir ve bâtınlarını temizlemezler. Oysa kalpleri memleketlerine bağlıdır. Ancak kalp-leri ´filan adam Mekke de mücavirdir´ diyenin sözüne iltifat eder. Meydan okuyarak der ki: ´Ben şu kadar sene Mekkede kaldım!´

Böyle söylemenin çirkin olduğunu işittiği zaman, açıkça böbürlenmeyi terkeder. Fakat halkın bu durumunu bilmesini arzular! Mekke veya Medine´de kalır, fakat gözünü halkın mallarının kirine diker. Bundan bir şeyler toplarsa, cimrilik eder ve bunu sımsıkı tutar. Nefsi bir fakire verilecek bir lokmaya dahi razı olmaz. Kendisinde riyakârlık, cimrilik veya tamahkârlık belirir. Kendisinde birtakım helak edici sıfatlar meydana gelir. Mekke veya Medine´de mücavir olmasaydı bu helâk edicilerden uzak olacaktı. Fakat övülmenin sevgisi de ´Bu adam Mekkede mücavir olanlardandır´ denilmesi, bu rezaletlerle mülevves olduğu halde mücavir kalmayı gerektirmiştir. Böyle bir kimse de mağrurlardandır.

Kendisinde âfet bulunmayan hiçbir ibadet yoktur. Bu bakımdan âfetlerin giriş noktalarını bilmeyen ve o amel ve ibâdetlere itimat eden aldanmıştır. Bunun tafsilâtı ancak İhya-i Ulûm´id-Din´in bütün bahisleri okunursa bilinir. Bu bakımdan namazdaki gurur noktaları namaz bahsinde, hacdaki hac bahsinde, zekât, Kur´an okuma ve ALLAH´a yaklaştırıcı diğer ibâdetleri de tertip ettiğimiz diğer bahislerden öğrenebilir. Şimdi gaye o kitaplarda geçenin hepsine işaret etmektir.

Başka bir grup da mal hususunda zâhidlik gösterdi. Gerek elbisenin, gerekse yemeğin en düşüğüyle kanaat edip camileri mesken ittihaz etti. Böyle yapmakla zâhidlerin rütbesine ulaşacağını zannetti. Oysa ilim, vaaz veya mücerred zâhidlikle riyaset sevdasındadır. Bu bakımdan işlerin en kolayını terketti, helâk edicilerin en büyüğüyle donandı. Çünkü felâket bakımından riyaset, maldan daha büyüktür. Eğer riyaseti terkedip malı edinmiş olsaydı selâmete daha yakın olurdu. İşte bu kimse mağrurdur; zira dünyadaki zâhidlerden olduğunu zannetmektedir. Oysa daha dünyanın mânâsını anlayamamış ve bilememiştir ki riyaset dünyanın en yüksek zevkidir. Riyasete tâlib olanın mutlaka münafık, hasedci, mütekebbir, riyacı ve bütün rezaletlerle donanmış olması gerekir. Evet, bazen riyaseti terkeder, halvete çekilmeyi düşünür. Buna rağmen mağrurdur. Zira böyle yapmakla zenginlere karşı böbürlenir, onlarla sert konuşur, onlara hakaret gözüyle bakar, onlar için umduğu ilâhî rahmetten daha fazlasını nefsi için umar! Ameliyle ucb´a kapılır. Bilmediği halde kalbi çirkinliklerin bir kısmıyla sıfatlanır. Bazen de mal kendisine verilir, ´zâhidliğini iptal etti´ denmesinden korkarak buna müsamaha etmez. O daima halkın medh ve senâsına taliptir. Oysa bu, dünya nimetlerinin en zevklisidir. Nefsine dünyada zâhid olduğunu gösterir. Oysa mağrurdur. Bununla beraber çoğu zaman zenginleri tâzim edip fakirlere tercih etmekten, kendisine mürid olanlara meyledip kendisini övenlere iltifat ve başka zâhidlere meyledenlerden de nefret etmekten kurtulamaz. Bütün bunlar aldatma ve şeytanın kandırmasıdır. Şeytanın şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığınıyoruz.

Abidlerden bir grup azalarla yapılan amellerde nefislerine fazlasıyla yüklenir. Hatta bazı kere geceli gündüzlü, bin rek´at namaz kılar, Kur´an´ı hatmeder. Bütün bu yaptıklarında kalbini gözetmez. Riya, kibir, ucub ve diğer helâk edici sıfatlardan nasıl temizleneceğini araştırmaz. Bu ihmalin helâk edici olduğunu bilmez. Eğer bunun helak edici olduğunu bilse bile, nefsi için bunu kabul etmez. Eğer nefsi için bunu kabul etse bile zâhirî amelinden ötürü affedildiğini sanar. Kalbinin durumlarıyla muâheze edilmeyeceğini zanneder. Eğer böyle vehmederse, zâhirî ibâdetlerle hasenatının kefesinin ağır basacağını zanneder. Oysa nerede?!

Takva sahibinin yaptığı bir zerre, akıl sahiplerinin ahlâkından tek bir tanesi, azalarla yapılan amelin dağlar gibi olanlarından daha üstündür. Sonra bu mağrur, halka karşı kötü ahlâklı, sert davranışlı, bâtını kirli olmakla beraber, riyadan ve övgünün sevgisinden de kurtulmamaktadır. Kendisine ´Sen ALLAH´ın velî dostlarındansın´ denildiği zaman, mağrurdur, bununla aldanıp böbürlenir ve buna inanır. Böyle demek onun gururunu daha da artırır. Halkın onu tezkiye etmesini ALLAH katında sevimli bir kişi olduğuna delil kabul eder. Oysa bilmez ki bu övmek, halkın onun iç âlemindeki çirkinlikleri bilmemesinden ileri gelmektedir!

Başka bir grup da nafilelere fazla düşer. Farzlarla pek fazla ilgilenmez. Onların en çalışkanını kuşluk namazı, gece namazı ve benzeri nafilelerle sevinirken görürsün. Fakat farzdan bir zevk almaz. Farzı vaktin öncesinde kılmaya ilgi göstermez. Hz. Peygamber´in rabbinden rivayet ettiği şu hadîs-i kudsîyi unutur:

Bana yaklaşanlar, hiçbir zaman kendilerine farz kıldığım ibâdetin benzeriyle bana yaklaşmamışlardır.

Hayırlar arasındaki tertibi terketmek de şerlerin cümlesindendir. Hatta bazen insana iki farz gerekir. Biri edâ edildiği takdirde diğerini elden kaçırır. Diğeri ise öbürünü elden kaçırmaz veyahut da iki nafile var, birisinin vakti daralır, diğerinin vakti genişler. Eğer burada tertibi gözetmezse aldanmış olur. Bunun benzerleri sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü günah açık olduğu gibi, ibadet de açıktır. Muğlak olan durum, farzların tamamını nafilelere takdim etmek gibi, ibadetlerin bazısının bazısına takdim edilmesidir. Farz-ı ayınları farz-ı kifâyelere, yapanı olmayan farzı kifâyeyi de yapanı olan farz-ı kifâyeye takdim etmek gibi... Farz-ı ayrıların en mühimini diğerlerine, fevt olanı fevt olmayana takdim etmesi gibi... Bu durum, tıpkı anne ihtiyacını baba ihtiyacına takdim etmenin farz olması gibidir; zira Hz. Peygamber´e şöyle denildi:
-Önce kime iyilik yapayım ey ALLAH´ın Rasûlü?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Babana!
-Sonra kime?
-Sana en yakın olana ve yakınlık derecesinde onu tâkip edenlere!

Bu bakımdan sılayı rahime en yakınından başlamak uygundur. Eğer hepsi aynı derecede iseler en muhtacından başlamalıdır. Eğer ihtiyaç hususunda da müsavi iseler en muttakîsinden başlamak daha uygundur.

Böylece eğer malı, anne ve babasının nafakası ile hacca yetmiyorsa, buna rağmen hacca gidiyorsa mağrurdur. Anne ve babasının hakkını hacca tercih etmesi uygundur. Bu, daha mühim olan bir farzı, ihtimam bakımından ondan biraz geride kalan bir farza takdim etmek demektir. Böylece kulun üzerinde bir va´d varsa, cum´a´nın vakti de gelmişse, sözünü yerine getirmekle meşgul olmak ile cum´ayı elden kaçırıyorsa bu durumda va´dini
yerine getirmekle meşgul olmak mâsiyettir. Her ne kadar sözünü yerine getirmek haddi zâtında ibadet ise de...

Elbisesine necaset bulaştığında anne, baba ve ailesine bundan dolayı ağır konuşması da mahzurludur,. Fakat anne ve babaya verilen eziyetin mahzurlu olması, necasetin mahzurlu olmasından daha mühimdir. Mahzurluları ve ibadetleri karşılaştıran misaller sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan bütün bu hususlarda tertibi terkeden kimse aldanmıştır. Bu aldanış gayet çetrefillidir. Çünkü hakkında aldanılan şey bazen ibâdet de olur. Ancak ibâdetin mâsiyete dönüşmesini sezmez. Oysa herhangi bir ibâdet, kendisinden daha mühim bir ibâdetin terkine sebep olduğu zaman, o ibâdet mâsiyete dönüşür.

Üzerinde ibâdetlerden kalp veya zahiri azalarla ilgili zâhir ve bâtın günahlardan birşeyler kalan bir kimsenin mezheb ve fıkhın ihtilaflı meseleleriyle iştigal etmesi de bu cümledendir; zira fıkıhtan gaye; başkasının muhtaç olduğu şeylerin bilinmesidir. Öyle ise kalbinin muhtaç olacağı bir şejdn bilinmesi, kendisine daha evlâ ve uygundur. Ancak baş olma sevdası, böbürlenmenin zevki, akran ve emsali mağlûb etmek ve onların önüne geçmek, kişinin basîretirıi körleştirir. Hatta nefsi ile beraber gurura kapılır. Dinen mühim olan birşeyle meşgul olduğunu zanneder.

________________
24) Tirmizî
25) Bu sırra binaen, selefin hiç birinden böylesine aşırı bir hareket nakle-dilmemiştir. (Îthaf´us-Saade, VIII/474)
 
Alt 02-24-2009, 01:18   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
3-Mutasavvıflar
Üçüncü sınıf, mutasavvıflardır. Mutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardır. Zamanımızın mutasavvıfları onlardan bir gruptur. Ancak ALLAH´ın koruduğu bir kimse bundan hariçtir. Onlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardır. Doğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlar. Fakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederler. Hiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlar. Oysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdır. Eğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdı. Nasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdir. Sûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardır. Aksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirler. Az bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlar. Bazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedir. Bunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzer. Bu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştir. Ordugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsun. Miğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın... Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi... Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: ´Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atın. Akılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!´ Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyamette böyle olacaktır. Onların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (ALLAH´ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!
Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf´a uymak bu gruba pek zor geldi. Oysa bunlar, sufi görünmek istediler. Tasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettiler. Fakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindiler. Kıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydiler. Onlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettiler. Gerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettiler. Oysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydı. Mecburen yamalı giyerler. Böylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.
Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlar. Sultanların mallarını yerler. Zâhirde bile günahlardan sakınmazlar. Bâtında ise, hiç sakınmazlar. Bütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlar. Bunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olur. Bunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederler. Dolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlar. Bütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud´da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlar. Çünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederler. Zannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedir. Bu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakar. Halk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılır. Onlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenir. Sanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip durur. Sanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünür. Bununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlar. Bu bakımdan âbidler hakkında ´Onlar, nefsini yoran işçilerdir´. Alimler hakkında da ´Onlar ALLAH´tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir´ der. Nefsi için de ´hakka vasıl olduğunu´ iddia eder. ALLAH´ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söyler. Oysa ALLAH katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirler. Hiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.
Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdir. Bunlardan bazısı ´ALLAH benim amelime muhtaç değildir. O halde ben nefsimi neden yorayım´ demektedir.

Bazısı da ´İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardır. Oysa böyle yapmak muhaldir. Bu bakımdan insanlar (ALLAH tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardır. Bu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilir. Biz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!´ der. Oysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardır. Öyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: ´Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptir. Bizim kalplerimiz ALLAH sevgisiyle mest olmuştur. ALLAH´ın marifetine varmıştır. Biz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruz. Kalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta... Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz´.
Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini ALLAH´ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederler. Dolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (a.s) bir tek hata bile ALLAH´ın yolundan geciktirir. Hatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören)lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çoktur. O yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatır. Çünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardır. Çünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamak-tadırlar. Bunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştır. Amellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuştur. Hatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi´den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildir. Bunlardan bazıları da ALLAH için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia eder. İddia eder ki ALLAH ile mestolmuştur. Halbuki ALLAH hususunda bid´at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştir. Dolayısıyla ALLAH´ı tanımadan önce ALLAH´ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını ALLAH´ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmez. Eğer tek başına bulunsaydı, ALLAH´tan utanarak o emirleri terketmezdi. Bütün bu yaptıklarının ALLAH sevgisine zıd düştüğünü bilmezdi. Bazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid´at olduğunu bilmez. Oysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyordu. Oysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardır. Aksine onlar azığa değil, ALLAH´a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardı. Bu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkeder. Kurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yoktur. Biz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştik. Burada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuştur. Hatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştir. Bunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştır. Miskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul ALLAH´ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de ALLAH razı olmaz. Aksine ALLAH Teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olur. Bu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardır. Bu grubun gayesi tekebbürdür. Oysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerler. Esas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktır. Oysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak eder. Bazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia eder. Bütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettir. Bunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında ALLAH´ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridir. Hac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, ALLAH´ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzer. Bu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdir. Bunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürler. Bu bakımdan derler ki ´Şu, nefis hakkında ayıptır. Bunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptır. Ayıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır´ ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlar. Oysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidir. Bu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştır. Onlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirler. Bu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkeder. Kalplerini buna iltifat etmeye bağlarlar. Bu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlar. Bütün bunlar gururdur; zira ALLAH Teâlâ´nın yolunun acaiplikleri sonsuzdur. Eğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olur. Bunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardır. ALLAH yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardır. Dolayısıyla ALLAH Teâlâ´nın yakınlığının hududuna varmışlardır. Burada ALLAH´a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira ALLAH Teâlâ´nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardır. Sâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman ALLAH´a vardığını sanar. Hz. İbrahim´in sözünde buna işaret vardır; zira ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü. ´Bu muymuş benim RABBİM?´ dedi.(En´âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hz. İbrahim (a.s) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyordu. Cahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirler. Bu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hz. İbrahim´i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, ALLAH´ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdur. Bu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunur. ALLAH´a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilir. Bu perdeler nûrdandır. Bazıları diğerinden daha büyüktür. Nûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdır. Bu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştır. Nûrların en büyüğü güneştir. Aralarında ay mertebesi vardır. Bu bakımdan İbrahim (a.s) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman ALLAH Teâlâ´nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim´e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun!
(En´âm/75)

Hz. İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyor. Vardığı nûrun öncesinde ALLAH´a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyor. Bu bakımdan o emre yükselince ´ben vardım´ diyordu. Kendisine onun ötesindeki keşfolunuyor. Böylece ondan sonra ancak ALLAH´a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: ´Bu en büyüğüdür´ Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: ´Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan ALLAH´a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim´.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanır. Bazen birinci perde ile aldanır. ALLAH ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdir. O da ALLAH´ın nûrlarından bir nûrdur. Nefisten maksadım, kalbin sırrıdır. Öyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli eder. Hatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidir. Bu anda nûru büyük bir şekilde parlar. Zira onda, bütün varlık olduğu gibi belirir. O emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidir. Ne zaman ki onun nûru tecelli edip, ALLAH´ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat eder. Onun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görür. Bazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek ´Ben Hakk´ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanır. Onun üzerinde durur ve helâk olur. Birçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanır. Oysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştır. Bu bakımdan bu kişi aklanmıştır. Bu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi... Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi... Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldi. Birbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı).
Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hz. İsa´ya bu gözle baktılar. ALLAH´ın nûrunun onda parladığını gördüler. Dolayısıyla o hususta yanıldılar. Tıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi... Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatır. Oysa aldanmıştır.

ALLAH´a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çoktur. Ancak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilir. Bu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandır. Bizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildir. Bu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermez. Aksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürükler. Fakat onda bir fayda vardır. O da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktır. Hatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik eder. Yine ALLAH´ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilir. Gururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder durur. Nitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi...
 
Alt 03-04-2009, 21:20   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
4-Servet sahipleri

Dördüncü sınıf servet sahipleridir. Bunlardan mağrur olanlar pek çoktur. O gruplardan biri, cami, medrese, tekke ve köprülerin inşasına teşvik etmektedirler. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön

Onlar bu mâbedleri zulümden, talandan, rüşvetten ve mahzurlu cihetlerden edinmiş oldukları mallardan bina etmektedirler. Bu bakımdan onlar ilk başta bu malın kazancında ALLAH´ın gazabına maruz kalmışlardır. Onun infak edilmesinde de ALLAH´ın kızgınlığına maruz kalırlar. Onlar için gereken, bu malı haramdan kazanmamak idi. Bu bakımdan onlar malın bu şekilde kazanılmasından dolayı ALLAH´a isyan etmişlerdir! Farz olan, onlar için tevbe edip ALLAH´a dönüş yapmaktır. Haramdan edindikleri malın bizzat kendisini vermekten âciz oldukları zaman bedelini esas sahiplerine geri vermek zorundadırlar. Eğer sahiplerini bulmaktan âciz iseler, varislerine vermek gerekir. Eğer varisi kalmamış ise, bu takdirde farz olan, o malı halkın maslahatlarının en önemlisine sarfetmektir. Bazen en mühimi, o malı (mâbedlere değil) memleketinin fakirlerine taksim etmek olduğu halde, halk bu hallerinden haberdar olmaz korkusuyla onu yapmamaktadırlar. Bu bakımdan kireç (ve taş)larla binaları inşa ederler. Bu binaları yapmaktan gayeleri riya ve halkın övgüsünü kazanmaktır. O binaların üzerinde yazılı bulunan isimlerini devam ettirmek için o binaların devamını istemektedirler. Yoksa bu hayrın devamı için değildir.

İkinci Yön

Onlar, kendilerinin ihlaslı olduklarını sanarlar. Binalara sarfetmiş oldukları paraları hayır için harcadıkları kanaatindedirler. Oysa onların herhangi birine ismi yazılmamak şartıyla herhangi bir yere bir dinar (altın) sarfetmesi teklif edilse, bu sarfiyat ona pek ağır gelir. Nefsi bunu yapmaya müsaade etmez. Oysa, ALLAH onun kalbine muttalidir. İster ismini yazsın, ister yazmasın! Eğer o, insanların teveccühünü değil de ALLAH´ın teveccühünü talep etseydi yapmış olduğu eserlerin üzerine isminin yazılmasına ihtiyaç duymazdı!

Diğer bir grup, çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden mağrurdur:

1.O vecihlerin birincisi riya ve övgü peşinde koşmaktır. Çünkü çoğu zaman onun komşusu ve memleketlisi olan fakirler vardır. Onlara mal sarfetmek daha mühim ve daha üstün iken götürüp mescidlerin inşasına ve süslenmesine sarfeder. Mescidlere sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona kolay gelir.

2.O vecihlerin ikincisi; malı mescidin boyasına, namaz kılanların kalplerini meşgul eden ve gözlerini kamaştıran nakışlarla tezyin edilmesine sarfetmektir. Oysa namazdan gaye,huşu ve kalp huzurudur. Oysa mescide nakış yapılması namaz
kılanların kalplerini darmadağın eder. Böylece sevapları da yanar.Bütün bunun vebâli o nakışlara para sarfedenin boynunadır. O buna rağmen, yaptırmış olduğu nakışlarla mağrur olup bunu hayırlı zanneder. ALLAH´a yaklaştırıcı vesilelerden kabul eder. Oysa
ALLAH´ın gazabına müstehak olur. Buna rağmen, ALLAH´a itaat ettiğini ve emrini yerine getirdiğini sanır. Öyle sanır ama,ALLAH´ın kullarının kalplerini, mecsidde yapmış olduğu süsle altüst etmiştir. Mescidin bu şekilde süslendirilmesi, çoğu zaman namaz kılanları dünyanın çeşitli süslerine teşvik eder. Onlar evlerinde de böyle yapmak isterler. Bunun teminine çalışırlar. Böyle yapmalarının günahı bu temeli ilk kuranın boynunadır; zira cami,tevazu ve ALLAH ile (mânen) kalbin hazır bulunma yeridir ve onun için inşa edilmiştir.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: İki kişi bir camiye geldiler. Biri kapıda durdu ve şöyle dedi: ´Benim gibisi ALLAH´ın evine girmez!´

(Nefsim mescide girmeye lâyık değildir). Onun sağında ve solunda duran iki melek onu, ALLAH katında sıddîk olarak kaydettiler.26

İşte bu şekilde mescidlerin tâzim edilmesi uygundur; (boyalarla, süslemek şekliyle değil). O da girmesiyle caminin kirleneceğini ve nefsinin bu şekilde camiye karşı bir cinayet işlemiş olduğunu düşünmek suretiyle camiyi tâzim etmesidir. Camiyi haramdan kazanılmış mal veya dünyanın süsleriyle süslemek ve ALLAH´a minnet ettiğini düşünmekle değil.

Havariler, Hz. İsa´ya şöyle dediler: ´Şu mescide bak! Ne güzel!´ Hz. İsa ´Ey ümmetim, ey ümmetim! Size hakikati söylüyorum. ALLAH Teâlâ bu mescidi ehlinin günahlarından dolayı harab edecektir. ALLAH altın ve gümüşe, sizin hoşunuza giden bu taşların hiçbirine önem vermez. ALLAH´ın katında en sevimli şey salih kalplerdir. ALLAH onlarla yeryüzünü tamir eder. Onlar bozuk oldukları zaman da onlarla yeryüzünü tahrip eder´.

Ebu Derdâ, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz zaman, helâk sizin için mukadderdir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) Medine mescidini inşa etmek istediği zaman Cebrail (a.s) ona gelerek dedi ki: ´Onu yedi zirâ yükseklikte yap! Onu süsletme ve nakışlı yapma!´27 Bu bakımdan bu kimsenin gururu, münkeri mâruf gördüğü ve bu görünüşe itimat ettiği yönden gelir.

Başka bir grup da mallarını fakir ve miskinlere sadaka vermek suretiyle infak ederler. Mahfelleri arayıp görünsün diye orada verirler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bu-lurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Fakirin almış olduğu sadakayı gizlemesini, kendilerine karşı işlenmiş bir cinayet ve küfran-i nimet sayarlar. Bu kimseler hac yolunda mal sarfetmeye de taraftardırlar. Zaman zaman hacca giderler. Çoğu za-man komşularını aç bırakırlar. Bu sırra binaen İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Ahir zamanda, sebepsiz hac hapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar develerine biner uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır´.

Ebu Nasir et-Temmar28 şöyle anlatıyor: Bir kişi gelip Bişr el-Hafî´ye veda etti ve dedi ki:

-Ben hacca gitmeye azmettim. Bana birşey emret!

-Hac nafakası için ne kadar para hazırladın?

-İki bin dirhem!

-Haccınla neyi talep ediyorsun? Zâhidliği mi yoksa Kâbe´ye karşı iştiyâk mı veya ALLAH´ın rızasını istemeyi mi?

-ALLAH´ın rızasını istemeyi!
-Eğer evinde oturduğun halde ALLAH´ın rızasını kazanırsan, o iki bin dirhemi infak edip, ALLAH´ın rızasına varırsan, bunu yaparmısın?

-Evet!

-O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, çoluk çocuk sahibi olup onları zengin etmeye çalışana, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine ver-
meye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak,üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!

-Ey Ebu Nasr! Benim kalbimde sefere gitmek daha kuvvetlidir.

Bunun üzerine Bişr tebessüm ederek ona yöneldi ve ´Mal, ticaretin kirinden ve şüphelilerden derlendiği zaman, nefis ister kî onunla ihtiyacını görmüş olsun! Dolayısıyla nefis sözde salih ameller yaptığını sanır! Oysa ALLAH Teâlâ, muttakîlerin amelinden başkasını kabul etmemeye söz vermiştir´ dedi.

Servet sahiplerinden diğer bir grup da servetle meşgul olmakta, malı korumakta ve cimrilikle onu ellerinde tutmaktadır. Sonra paraya bağlı bulunmayan, gündüz oruç tutmak, gece namaz kılmak ve Kur´an hatmetmek gibi bedenî ibâdetlerle meşgul olmaktadırlar. Oysa bunlar aklanmışlardır. Çünkü helâk edici cimrilik bunların içlerini kemirmektedir. Bu bakımdan yaptıkları ameller, mal vermek suretiyle içinden cimriliğin kökünü kesmeye muhtaçtır. Oysa müstağni bulunduğu birtakım faziletleri talep etmekle meşguldür. Bu kimsenin misali, elbisesinin içerisine yılan girmiş, ölüme yaklaşmış, buna rağmen hâlâ safrasını teskin etmek için sekencebin ilacını pişirmekle meşgul olan bir kimseye benzer. Yılanın kendisini öldürdüğü kimse artık sekencebin´e nerede muhtaç olacaktır? Bu sırra binaen Bişr´e şöyle denildi: Talan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!´ Bişr ´Miskin herif! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açlara yemek yedirmek, fakirlere sadaka vermektir. Böyle yapması, nefsini aç bırakmaktan, mal toplayıp fakirlerden menetmekle beraber namaz kılmaktan daha üstündür!´

Başka bir grup daha vardır ki cimrilik onları kasıp kavurmakta, nefisleri sadece zekâtı edâ etmeye müsamaha göstermektedir. Sonra onlar malın çirkinini ve istenmeyenini, zekât olarak verirler. Zekâta müstehak olan fakirlerden de ancak kendilerine hizmet eden ve ihtiyaçlarına koşan veya gelecekte hizmetlerinde kullanabilecekleri fakirleri veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri kimseyi arayıp bulurlar veya öyle bir fakire verirler ki o fakire haşmetinden (sosyal mevkiinden) istifade edilir büyükler-den bir kimse yardım etmektedir. Bu fakire zekât vermekten gayesi, bu kimseye yardım eden o mevki sahibi kişinin yanında bir kıymet sağlamak ve dolayısıyla ona ihtiyaçlarını gördürmektir. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdırlar. Bu mağrur ALLAH´a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira ALLAH´ın ibâdetine karşılık, başkasından ücret beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çokturlar.

Biz bu kadarını gururun diğer cinslerine dikkati çekmek için zikrettik. Halk tabakasından, servet sahiplerinden ve fakirlerden diğer bir grup vardır. Zikir meclislerine gitmeleriyle mağrur olurlar. Zikir meclislerine gitmelerinin, kendilerine kâfi geldiğine inanırlar.

Bunu âdet edinmişlerdir. Zannederler ki amel etmeksizin, nasihat almaksızın sadece va´z dinlemekte bir ecir vardır. Bunlar aldanmış kimselerdir. Çünkü zikir meclisinin fazileti, hayra teşvik ettiğinden ötürüdür. Eğer orada bulunmak, insanın hayra karşı şevkini artırmazsa, orada hayır yoktur. Rağbet güzeldir. Çünkü insanı amel etmeye teşvik eder. Eğer rağbet amele teşvik etmek gücünden mahrum olursa, onda da hayır yoktur. Başkası için kastolunan birşey, insanı o şeye ulaştırmakta yetersiz olduğu zaman, onun kıymeti kalmaz. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup ´Ey Selâm (ALLAH´ın bir ismi)! Bizi selamette bırak´ veya ´SübhanALLAH´ demekten başka birşey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibâdetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu ALLAH´ın azabından insanı kurtarmaz. Bu bakımdan dinlediğin va´z, senin fiillerini değiştirecek derecede sıfatlarından birini değiştirmezse ALLAH´a kuvvetli veya zayıf bir şekilde yönelmeni ve dünyadan sakınmanı temin etmezse, bu va´z senin aleyhinde bir delil olur. Sen bu va´zı kendin için kurtuluş vesilesi görürsen mağrursun demektir!

Eğer ´Senin zikretmiş olduğun gururun giriş noktaları hiç kimsenin elinden yakasını kurtaramadığı bir şeydir. Bundan sakınmak mümkün değildir. Senin söylediğin ümitsizliği gerektirir; zira beşerden hiç kimse bu âfetlerin gizlilerinden sakınamaz´ dersen, cevap olarak derim ki: ´İnsanın herhangi birşey hakkında gayreti gevşediği zaman ümitsizliğini izhar eder. O işi oldukça büyütür. Onun yapılamayacağını düşünür. Hevasına kapıldığı zaman çeşitli hileler düşünür. Düşüncenin inceliğiyle yolların en gizlisini, hedefine varmak hususunda elde eder. Hatta insan kendisinden uzak bulunmasına rağmen fezada uçan kuşu indirmek istediği zaman, onu bile bir hileyle indirir. Denizin derinliğinden balık çıkarmak istediği zaman, herhangi bir hileyle çıkarabilir. Altın ve gümüşü dağların altından çıkarmayı istediği zaman herhangi bir yolla çıkarır. Çöllere ve sahralara dağılmış vahşî ve ürkek hayvanları avlamak istediği zaman avlayabilir. Yırtıcı hayvanları, fili ve hayvanların en büyüklerini teşhir etmek istediği zaman teşhir edebilir. Yılanları ve ejderhaları yakalayıp onlarla oynamak istediği zaman, onları elde edebilir ve onların karınlarından panzehir çıkarır.

Dutun yaprağından renkli ve nakışlı ipekli edinmek istediği zaman edinebilir. Yıldızların miktarlarını, uzunluk ve enini bilmek istediği zaman, hendesesinin inceliğiyle yeryüzünde olduğu halde onu elde eder.

Bütün bunları hileleri (ince sanatları) ve hazırladığı aletleriyle elde eder! Bu bakımdan atı binmek, köpeği avlamak, doğan kuşunu diğer kuşları tutmak ve ağı balık avlamak için hazırlamak, ademoğlunun ince hilelerindendir. Bütün bunları, gayreti dünya için olduğu ve bunlar da dünyası hususunda yardımcı bulunduğu için yapmıştır. Eğer ahiret işleri onu ilgilendirmiş olsaydı onun için bir tek meşguliyet vardı. O da kalbin düzeltilmesidir. Bu bakımdan insanoğlu kalbinin düzeltilmesinden mahrum olduğu için ´Bu muhaldir buna kimin gücü yeter?´ der. Oysa bu hiç de muhal değildir. Evet, eğer hedefi sadece bu olduğu halde sabahlarsa, hiç de muhal değildir. Aksine durumu tıpkı şöyledir: ´Eğer hevâ-i nefse kapılırsan hileleri elde edersin´.

Bu öyle bir şeydir ki selef-i Salihîn onu yapmaktan âciz olmamışlardır. Onların yolunu güzel bir şekilde takip edenler de bunu yapmaktan aciz olmamıştır. Bu bakımdan iradesi doğru ve himmeti kuvvetli bulunan kimse de bunu tahakkuk ettirmekten âciz değildir. Hatta bu hareketin tahakkuku halkın dünya hilelerini elde edip sebeplerini tanzim etmek için çekmiş olduğu yorgunluğun onda birine muhtaç değildir.

Soru: Gururun giriş noktalarını pek fazla zikrettikten sonra bu hususta işi pek yaklaştırdın. Bu bakımdan kul ne ile gururdan kurtulur?

Cevap: Kul gurur´dan üç şeyle kurtulur:
a.Akıl

b.İlim

c.Mârifet

İşte bunlar, her insan için gereken üç şeydir.

Akıl

Akıl insanda yaratılmış tabiî bir fıtrat ve aslı nur olan bir şeydir, insan onunla eşyanın hakikatini idrâk eder. Bu bakımdan seziş ve akıllılık fıtrattır. Ahmaklık ve geri zekalılık fıtrat değildir. Ahmak olan bir insan gururdan korunmaya muktedir değildir. Öyle ise aklın saflığı ve fehmin zekâsı elbette fıtratın aslında ol-ması lâzımdır. Eğer insanoğlu, bu temel üzerinde yaratılmamış olsaydı, onu kazanması mümkün değildi. Evet! Aslı var olduğu zaman, çalışma ile onu takviye edip geliştirmek mümkündür. Bu bakımdan saadetlerin tümünün esası akıl ve riyasettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Aklı, kulları arasında farklı farklı paylaştıran ALLAH, ortaklardan münezzeh ve düşmanlarının söylediklerinden uzaktır. Gerçekten iki kişinin amelleri, sevapları, oruç ve namazları eşit olur. Fakat tıpkı zerrelerin Uhud dağına nisbeten farklı oldukları gibi akılda farklıdırlar. ALLAH Teâlâ, mahlûkları için akıl ve yakînden daha üstün bir nasibi yaratmış değildir.29

Ebu Derdâ şöyle anlatır: Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: ´Bir kişi gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Hacca gider, umre yapar, sadaka verir. ALLAH yolunda savaşır. Hastayı ziyaret, cenazeyi teşyi ve zayıfa yardım eder. Fakat kıyamet gününde ALLAH katındaki derecesini bilmez mi?´. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
O ancak aklı kadar mükâfatlandırılır.30

Enes der ki: Hz. Peygamber´in katında bir kişi övüldü. Ashab da onun hakkında güzel şeyler söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ´Onun aklı nasıldır?´ dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz onun ibâdetinden, fazilet ve ahlâkından bahsediyoruz!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:

Ahmak bir insan, hamakatından ötürü, yalancının yalanından ötürü uğradığı felâketten daha büyük bir felâkete düçar olur! İnsanlar kıyamet gününde ancak akılları nisbetinde (ALLAH´a) yaklaştırılırlar´.31

Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in kulağına herhangi bir kişinin fazla ibâdet ettiği haberi geldiği zaman, onun aklını sorardı. Ashab ´Onun aklı güzeldir´ dedikleri takdirde şöyle derdi: ´Ben de onun hedefe yaracağını ümit ederim´. ´Aklı güzel değildir dediklerinde, Hz. Peygamber ´Hedefe ulaşacağını zannetmiyorum´ derdi.
Bir ara, bir kişinin çok fazla ibâdet ettiği Hz. Peygambere bildirildi. Hz. Peygamber ´Onun aklı nasıldır?´ dedi. Ashab-ı kirâm ´Birşey değildir´ dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki:

Arkadaşınız zannettiğiniz mertebeye varamaz!32

Bu bakımdan sıhhatli zekâ ve akıl tabiatı ALLAH Teâlâ tarafından fıtratın esasında yaratılmış bir nimettir. Eğer hamakat-tan dolayı elden giderse artık onu telâfi etmeye imkân yoktur.

Mârifet

Mârifet´ten gaye, dört şeyi bilmektir; nefsini, rabbini, dünyasını ve ahiretini...
Nefsini, kulluk ve zilletle görevli bilmelidir. Âlemde garip olduğunu, bu hayvanî şehvetlerin yabancısı olduğunu bilmelidir. Tabiaten ona uygun olanın ancak ALLAH´ın marifeti olduğunu bilmelidir. Daha önce ALLAH´ın cemâline bakmalıdır. Kişinin nefsini bilmeden önce böyle düşünmesi ve rabbini tasavvur etmesi düşünülemez. Bu bakımdan bunu elde etmek için muhabbet bahsinde, Kalbin Acaiplikleri´ni izah ettiğimiz bölümde, Tefekkür, Şükür bölümlerinde söylediklerimizden yardım istemeli; zira oralarda nefsin vasfına, ALLAH´ın celâlinin vasfına işaretler vardır. Az da olsa onlarla uyanma hâsıl olur. Mârifetin kemâli onun ötesindedir. Çünkü bu, mükâşefe ilimlerindendir. Biz bu bölümde sadece muamele ilimlerinin sahasında çadırımızı kurduk.

Dünya ve ahiretin mârifetine gelince, bunu elde etmek için, Dünyanın Zemmi ve Ölüm´ün Zikri bahsinde söylediklerimizden yardım talep etmeli ki kendisine ´Dünyanın ahirete nisbeti yoktur´ hakikati tebeyyün etsin! Bu bakımdan nefsini ve rabbini, dünyasını ve ahiretini tanıdığı zaman, ALLAH´ı tanımasından ALLAH´ın sevgisi, ahireti tanımasından ahirete şiddetle tâlip olması, dünyayı tanımasından dünyadan kaçınması fikri kalbine doğar.
İşlerin en mühimi, kendisini ALLAH´a ulaştıran ve ahirette kendisine fayda verenidir. Bu irade kalbine galebe çaldığı zaman, bütün işlerde niyeti dosdoğru olur. Yediğinde veya def-i hâcet ile meşgul olduğunda bundan gayesi ahiret yolculuğuna yardım etmek olur. Niyeti sıhhatli olur, kaynağı menfaat çekişmesi, dünyaya, mertebeye ve mala meyletmek olan her grup kendisinden uzaklaşır; zira bunlar, niyeti ifsad eden şeylerdir. Dünya bunun nezdinde ahiretten sevimli, nefsinin hevası ALLAH´ın rızasından daha sevimli oldukça, gururdan kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan ALLAH´ın ve nefsinin mârifetiyle, aklın kemâlinden doğan ALLAH sevgisi kalbine galebe çaldığı zaman, ilimden ibaret olan üçüncü bir vasıtaya muhtaç olur.

İlim

İlimden gaye, ALLAH´a giden yolun keyfiyetini bilmek ve kendisini ALLAH´a yaklaştıranı ve uzaklaştıranı tefrik etmektir. Yolun âfetlerini, aşılması zor olan engellerin ve tehlikelerini bilmektir. Bütün bunları eserimizin bahislerine dercetmiş bulunuyoruz. Bu bakımdan İbâdetler bölümünden ibâdetlerin şartlarını öğrenmeli, onları gözetmeli, âfetlerini bilmeli ve onlardan sakınmalıdır.

Âdetler bölümünde hayatın sırlarını ve mecbur olduğu şeyleri bilmeli, şeriat edebiyle onu edinmelidir. İhtiyacının olmadığı şeyleri bilmeli ve onlardan yüzçevirmelidir.

Mühlikât bölümünden, ALLAH yoluna mâni olan bütün engelleri öğrenmelidir; zira ALLAH´a gitmeye mâni olan, halkta bulunan kötü sıfatlardır. Bu bakımdan kişi kötü ve çirkin şeyleri öğrenmeli, onların tedavi yolunu da bilmelidir.

Münciyât bölümünden, kötü sıfatları sildikten sonra, o sıfatların yerine konması gereken güzel sıfatları öğrenmelidir.

Bu bakımdan bütün bunları kavradığı zaman bizim işaret ettiğimiz gururun çeşitlerinden sakınması mümkün olur. Bütün bunların temeli, ALLAH sevgisinin kalbe galebe çalması ve dünya sevgisinin kalpten çıkmasıdır ki dolayısıyla irade kuvvet bulsun, niyet sıhhatli olsun! Bu ise ancak zikerettiğimiz mârifet edinildikten sonra mümkündür.

Soru: Kişi, bütün bunları yaptığı zaman artık o kişi için hangi tehlikeden korkulur?

Cevap: Şeytanın onu aldatmasından korkulur. Onu halka nasihat yapmaya, ilim neşretmeye ve insanları ALLAH´ın dininden öğrendiği şeylere dâvet etmeye itelemesinden korkulur; zira hâlis olarak ALLAH´ı irâde eden kişi, nefsinin ve huylarının temizlenmesinden feragat ettiği zaman, bütün bulanıklıklarından tasfiye edilinceye ve dosdoğru yol üzerinde oluncaya kadar kalbini kontrol etmelidir. Dünya onun gözünde küçülmeli ve dünyayı terketmelidir. Halktan ümidi kesilmeli, artık halka iltifat etmemelidir. Bir hedefinden başka hedefi kalmamalıdır. O da ALLAH Teâlâ, ALLAH´ın zikri ve münacaatı ile zevklenme ve onun mülakatına olan iştiyaktır.

Şeytan böyle bir kimseyi aldatmaktan artık aciz kalır; zira şeytan dünya cephesinden, nefsin şehvetleri cephesinden gelir. Bu kişi, ona itaat etmez. Din cihetinden gelir ve ona, halka merhamet, dinlerine şefkat ve kendilerine nasihat ve ALLAH´a daveti telkin eder. Kul, rahmet ile ALLAH´ın diğer kullarına bakar. Onları işlerinde mütehayyir, dinlerinde sarhoş, sağır ve kör görür. Bilmedikleri halde, hastalığın istilâsına uğradıklarını, doktoru kaybettiklerini ve helake yaklaştıklarını görür. Bu bakımdan onlara merhamet etmek kalbine galebe çalar. Oysa nezdinde de onları hidayete sevkedecek şeyin hakikî mârifeti, onlara dalâleti gösterecek ve onları saadete irşad edecek şeyin hakikî marifeti vardır. O yorulmaksızın, zahmet çekmeksizin, herhangi bir zorluğa girmeksizin onu söyleyebilir. Bu bakımdan bu kimsenin misâli; kendisinde büyük bir hastalık, elemine güç ve tâkat getiremeyecek bir illet bulunan bir kimse gibidir. Bu kimse, o hastalığından ötürü bütün gece uykusuz ve bütün gün kıvranmaktadır. Yemez, içmez, kıpırdamaz,elemin şiddetinden ötürü tasarruf edemez.Bu bakımdan bu kimse kendisi için parasız pulsuz, zahmetsiz, yutulması kolay ve alınmasında herhangi bir acılık bulunmayan bir deva görür. Onu kullanır, iyileşir ve sıhhate kavuşur. Uzun zaman uykusuz kaldıktan sonra, uyuması gayet düzelir. Şiddetli kıvranmaktan sonra sükûnete kavuşur. Bulanıklığın katmerlisinden sonra, yaşantısı durulur, temizlenir. Hastalığın uzunluğundan sonra sıhhatin zevkine kavuşur. Bunlardan sonra müslümanlardan birçok kimselere bakar bir de ne görsün: Aynı illet onlarda da vardır. Onların da uykusuzlukları oldukça uzamış, ızdırapları şiddetlendikçe şiddetlenmiş, âh´u vahları göklere kadar yükselmiştir. Bu durumda iken, bunların ilacının bildiği iIaç olduğunu hatırlar. Onların şifa bulmasına en kolay ve en kısa za-manda yardım edebileceğini düşünür. Bu bakımdan merhamet ve şefkati tutar. Onları tedavi etmekten geri kalmaya nefsi bir türlü râzı olmaz. İşte ALLAH yoluna hidayet olunduktan sonra, ihlaslı bir kulun durumu da aynen böyledir. Bu kul, kalbin hastalıklarından şifa bulduktan sonra, halkı görür ki kalpleri hasta, hastalıkları oldukça ilerlemiş, helâk olmaları yaklaşmış, şifaya kavuşturulmaları gerekir... Onları tedavi etmek de kendisine pek kolay gelir.

Bu bakımdan nefsinin derininde kesin bir azim kabarır ve onlarla meşgul olur. Şeytan da onu -herhangi bir fitne fırsatını elde etmek ümidiyle- buna teşvik eder. Bununla meşgul olunca, şeytan fitnenin fırsatını bulur. Onu riyaset sevdasına davet eder. Hem de müridin sezmediği ve karıncanın izinden daha gizli bir dâvetle dâ-vet eder. Bu gizli dâvet onun kalbinde kesilmeden devam eder. Hatta şeytan onu tasannû yapmaya, halka kendisini lâfızlar, nağmeler ve hareketlerin güzelleştirilmesiyle süslü göstermeye, elbisesinde, görünüşünde tasannû yapmaya dâvet eder. Dolayısıyla halk ona yönelip onu büyütürler.´Tâzim ve tebcil ederler. Şifa verici olduğunu gördüklerinden dolayı padişahların tâziminden daha büyük bir tâzim onun huzurunda eğilirler. Çünkü o, katıksız şefkat ve merhametten dolayı herhangi bir tamahı olmaksızın, onların hastalıklarını şifaya kavuşturmuştur. O halkın yanında onların ecdatlarından, annelerinden ve akrabalarından daha sevimli olur. Onu bedenleriyle, mallarıyla herşeye tercih ederler. Köle ve hizmetçiler gibi, onun kulu kölesi kesilirler. Mahfellerde ona hizmet edip öne geçirirler. Onu sultanların üzerine hâkim kılarlar. İşte bu anda tabiat gevşer, nefis rahatlar. Öyle bir zevk tadar ki, hem de çok büyük bir zevk! Dünyadan öyle bir şehvet elde eder ki o şehvete nisbeten diğer şehvetlerin hepsi hakir kabul edilir. Bu kişi dünyayı terketmişken dünyanın en büyük zevklerine dalar. İşte bu anda şeytan fırsatı elde eder. Onun kalbine elini uzatır. Bu bakımdan şeytan o zevkleri koruyup devam ettiren herşeyde onu kullanmaya başlar.

Tabiatın gevşemesinin ve nefsin şeytana meyletmesinin alâmeti şudur: Eğer kişi yanılır ve halk huzurunda yanıldığı yüzüne vurulursa öfkelenir. Öfkelendiği için nefsini kınarsa şeytan derhal yanına sokulup ´Senin bu kızman ALLAH içindir. Çünkü müridlerinin senin hakkında inançları güzel olmadığı zaman, müridler ALLAH´ın yolundan ayrılırlar´ hayalini verir. Dolayısıyla o da gurura kapılmış olur. Bazı kere de kendisine karşı yapılan itiraz, itirazcının aleyhinde konuşmasına yol açar. Bu bakımdan helâli terkettikten sonra gıybetin mahzuruna girmiş olur. Hakkı kabul etmekten uzak durmak ve hakka karşı şükretmeyi nefsine ağır görmekten ibaret olan kibre -tehlikelerin ihtimallerinden kaçtıktan sonra- yeniden düşer.

Sesli güldüğü veya bazı virdlerinden gevşediği zaman, nefsi ´Başkası benim böyle yaptığıma muttali olacak ve halk nezdindeki mertebem düşecektir´ diye korkarak vaveylâ koparır. Bu bakımdan derhal bunun arkasından mağfiret talebinde bulunur. Yapmacık bir şekilde derin derin iç çeker. Bazı kere de bunun için amel ve virdlerini fazlasıyla yapar. Şeytan ona şu hayali verir: ´Sen bunu halkın gayreti gevşemesin, senin bırakmanla ALLAH´ın yolunu bırakmasınlar diye yapıyorsun´.

Oysa bu, şeytanın bir hilesi ve aldatmasıdır. Aksine nefsin feryad koparması, riyasetin elden gideceği korkusundandır. İşte bundan dolayıdır ki onun emsallerinden birisinin böyle bir kusuruna halk muttali olursa, nefis feryat etmez. Aksine çoğu zaman buna sevinip keyiflenir. Eğer kalpler, emsallerinden birisine meyleder ve kendisinin konuşmasından daha fazla o arkadaşının konuşması tesir ederse, bu durum ona gayet ağır gelir. Eğer nefsin riyasetten zevk alması sözkonusu olmasaydı, böyle bir fırsatı ganimet sa-yardı; zira bu kimsenin misâli, arkadaşlarından bir cemaatin kuyuya düştüğünü ve kuyunun büyük bir taş ile kapanmış olduğunu gören bir kimse gibidir. Onlar, o taştan ötürü kuyudan çıkmaktan aciz kalırlar. Bu bakımdan kalbi arkadaşları için rikkate gelir. Kuyudan taşı, tek başına kaldırmaya gücü yetmez. Bu hususta kendisine yardım edip kaldırmayı kolaylaştırmak için veya tek başına o taşı kaldırıp atmak için, biri gelirse o adamın gelişi ile şüphesiz ki sevinci artar ve büyür. Çünkü gayesi; arkadaşlarını kuyudan kurtarmaktır. Eğer nasihatçının gayesi müslüman kardeşlerini ateşten kurtarmak olsa, bu hususta kendisine yardım eden veya bu vazifenin külfetini kendisinden tamamen kaldıran biri ortaya çıktığı zaman, müslümanlarm hidayeti için çalışan o kimseye kızar mıydı? İnsanların başkası sayesinde hidayet bulmaları ağır gelir miydi? (Elbette gelmemesi icabederdi). Bu bakımdan müslümanlarm başkasının eliyle hidayete geldikleri de ona ağır gelmemelidir. Böyle bir ağırlığı nefsinde gördüğünde, şeytan onu kalbin büyük günahlarını, azaların fâhiş hareketlerini yapmaya dâvet edip helâk eder! Bu bakımdan hidayetten sonra kalplerin dalâlete sapmasından, dosdoğru olduktan sonra nefsin sağa sola sapmasından ALLAH´a sığınırız.

Soru: O halde onun ne zaman insanlara nasihat etmekle meşgul olması doğru olur?

Cevap: Ancak ALLAH için onların hidayetlerini istemekten başka bir kastı olmadığı zaman meşgul olabilir. Öyle ki bu hususta kendisine yardım eden birinin bulunmasını veya insanların kendiliğinden hidayet bulmasını arzular, onların övgüsünü ve mallarını istemez. Onun nezdinde kendisini övmeleriyle kötülemeleri eşittir. ALLAH Teâlâ kendisini övdüğü zaman, onların kötülemesine aldırmaz. ALLAH´ın medhiyle beraber olmadığı takdirde onların medhine sevinmez. Büyük insanlara ve hayvanlara baktığı gibi onlara bakar. Efendilere baktığı gibi onlara bakması, onlara karşı gurur taslamadığı içindir. Sonucu bilmediğinden dolayı hepsini kendisinden daha hayırlı gördüğü için öyle bakar. Hayvanlara baktığı gibi onlara iltifat edip bakması ise, onların kalplerinde mertebe sahibi olmasını talep etmekten tamahını kestiği içindir. Çünkü hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmaz. Hayvanların takdirini kazanmak için süslenmez ve tasannû yapmaz. Koyun çobanının gayesi; koyunlarını otlatmak, kurtlardan korumaktır. Sürünün kendisine bakıp da kendisini beğenmesi, hiçbir zaman onun hedefi değildir. Bu bakımdan hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmadığı gibi, insanların da nasıl gördüklerine aldırmamalıdır. Eğer bunlara önem verip dikkate alırsa insanların ıslahıyle meşgul olduğunda felâketten selim kalamaz. Evet! Bazen onları ıslah eder. Fakat bu arada onların ıslahından ötürü nefsini ifsad eder. Bu bakımdan lamba gibi olur. Başkasına ışık verir. Haddi zatında kendisi yanar!

Soru: Vâizler ancak bu mertebeye vardıkları takdirde va´z ederlerse, o vakit dünya vâizsiz kalır, kalpler harap olur?

Cevap: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Dünya sevgisi her hatanın başıdır´.

Eğer insanlar dünyayı sevmemiş olsaydı muhakkak âlem helâk olup, maişetler iptal olurdu. Kalpler ve bedenler yok olup giderdi. Ancak Hz. Peygamber, dünya sevgisinin helâk edici olduğunu söylediği halde yine de bu söz birçok insanın kalbinden dünya sevgisini sökmez. Ancak terketmeleriyle dünyanın harap olmayacağı bir azınlığın kalbinden dünya sevgisini sökeceğini bildiği için nasihati terketmemiş, dünya sevgisindeki büyük tehlikeyi zikretmiştir. Terketmesinden korktuğu için, her hatanın başı olduğunu zikretmeyi terketmemiştir, Çünkü ALLAH tarafından kul-larına musallat kılınan helâk edici şehvetlerin onları dünyaya daldıracağını bilmektedir. O şehvetler kullara musallat kılınmış ki ALLAH onlarla kulları cehenneme sevketsin.

Eğer dileseydik herkese (dünyada) hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmı ile tamamen dolduracağım!´ sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Böylece vâizler riyaset sevgisinden ötürü durmadan çalışacaklardır. ´Riyaset sevgisi için va´zetmek haramdır´ diyenin sözüyle vaizliği terketmeyecektir. Nitekim halk tabakasının, içki içmeyi, zinayı, hırsızlığı, riyakârlığı, zulmü ve diğer günahları ALLAH Teâlâ´nın ve peygamberinin ´bunlar haramdır!´ demesine rağmen bırakmadıkları gibi. . .

Bu bakımdan sen kendin için dikkatli ol! Halkın konuşmasından kalbini boşalt; zira ALLAH Teâlâ, bir veya birçok şahsın ifsadıyla (kurban olmasıyla) halkın çoğunu ıslah eder. ´Eğer ALLAH insanların bazısını bazısıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada gidecekti´; ´Muhakkak ALLAH, şu dini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.33 Ancak nasihat almanın yolunun ifsadından korkulur. Arkalarında baş olma ve dünya sevgisi olduğu halde vâizlerin susup dilsiz kesilmesi asla sözkonusu değildir.

Soru: Mürid, şeytanın hilesini öğrenmiş olur, nefsiyle meşgul olup nasihati terkederse veya doğruluk ve ihlâs şartını gözettiği halde nasihatta bulunursa, mürid için bu durumda hangi noktadan korkulabilir? Bundan sonra müridin önünde tehlikeler ve gurur tuzaklarından neler vardır?

Cevap: Müridin önünde en büyük tehlike, şeytanın ona ´Sen beni aciz bıraktın. Zekânla, aklının kemâliyle elimden kurtuldun. Ben velîlerden ve büyüklerden bir çoğuna güç yetirdim, sana bir türlü güç yetiremedim. Sen ne kadar da sabırlıymışsm. ALLAH katında senin kıymetin pek büyükmüş ki beni kahretmeye sana kuvvet verdi. Gururunun giriş noktalarını sezme imkânına seni sahip kıldı´ demesidir. Bu bakımdan mürid de şeytanın bu sözüne kulak verir, onu tasdik eder, nefsini, gururdan kurtulduğu için beğenirse, müridin bu beğenmesi gururun katmerlisi olur. Bu beğenmek en büyük helak edicidir. Zira ucub her günahtan daha büyüktür. Bunun için şeytan dedi ki: ´Ey Âdemoğlu! İlminle benden kurtulduğunu zannettiğin zaman, cehaletinle benim tuzaklarıma düşmüş olursun!´

Soru: Eğer kişi, bu hünerin kendisinden değil ALLAH´tan olduğunu, kendisi gibi birinin şeytanı kovmasının ancak ALLAH´ın yardımıyla olabileceğini, nefsinin zafiyetini, herşeyden daha âciz olduğunu bildiği için nefsini beğenmezse böyle büyük bir işe güç yetirdiği zaman buna nefsiyle güç yetirmediğini, aksine ALLAH´ın yardımıyla güç yetirdiğini bilirse, ucb´u bu şekilde sildikten sonra onun nesinden korkulur?
Cevap: ALLAH´ın keremine güvenmesi ve azabından emin olması cihetinden gelen gururu kendisi için korku kaynağı olur. Hatta gelecekte de bu minval üzere kalacağını zanneder. Hallerde meydana gelen gevşeme ve değişmeden korkmaz. Bu bakımdan hali sadece ALLAH´ın kerem ve affına güvenmekten ibaret kalır. Bu güvenin beraberinde ALLAH´ın azabından korkma yoktur. Oysa ALLAH´ın azabından emin olan gerçekte zarar edenin ta kendisidir.
Bu kimsenin çıkar yolu; bütün bu yaptıklarını ALLAH´ın fazlından görmek, sonra dünya sevgisi, riya, kötü ahlâk, gafil olduğu halde herhangi bir izzete iltifat etmek gibi kalp sıfatlarından birinin nefsinin yolunu kapatmasından korkmaktır. Her göç edip konakladığında halinin kendisinden alınmasından korkmalıdır. ALLAH´ın azabından emin olmamalıdır. Sonucun tehlikesinden gafil bulunmamalıdır. Bu öyle bir tehlikedir ki ondan kurtuluş yoktur. Öyle bir korkudur ki ancak köprüyü geçtikten sonra ondan kurtuluş vardır. Bu sırra binaen şeytan ölüm ânında bir velî´ye göründüğü zaman, o zatın bir nefesi kaldığı halde şeytan ona: ´Ey filan! Benden kurtuldun!´ der. O ´Hâlâ kurtulmuş değilim!´ diye cevap verir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ´İnsanların hepsi helâk olmuşlardır. Âlimler müstesna... Âlimlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak amel edenler hariç... Amel edenlerin hepsi helâk olmuşlardır. AncakAncak ihlâs sahipleri hariç... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler´!34

Bu bakımdan durum bu iken mağrur bir kimse helâk olmuştur. İhlâs sahibi olan ve gururdan kaçan bir kimse tehlike ile karşı karşıyadır. Bu sırra binaen korku ve sakınma hiçbir zaman ALLAH´ın velî kullarının kalplerinden ayrılmaz. Biz ALLAH Teâlâ´dan yardımını, tevfîkini ve akibetin güzelliğini talep ediyoruz. Çünkü işlerin hepsi sonuçlarına bağlıdır.

Kitabu Zemm´il-Gurur (Gurur´un Kötülenmesi) ve dolayısıyla Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) bölümü sona ermiş bulunuyor. Bunu takiben Rub´ul-Münciyât (4. cilt) ve ilk bölümü olan Kitab´ut-Tevbe gelecektir. Evvelde ve ahirde hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH Teâlâ, kendisinden sonra nebî gelmeyecek olan Hz. Muhammedi rahmet deryalarını boşaltsın! ALLAH bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak azîm ve yüce olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir!
Rub´ul-Mühlikât (3. cilt) sona erdi.

______________________-

26)Bir nüshada da ´Aynı yerde ALLAH katında sıddîk olarak kaydedildi´şeklindedir.
27)Irâkî rivayeti bu şekilde görmediğini ifade etmektedir.
28) Tam adı Abdulmelik b, Abdülâziz el-Kuşeyrî en-Nesâî´dir. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
29)Hakim-i Tirmizî, Nevadir
30)Hatib, Tarih
31)Dâvud b. Mihber
32)Hakim-i Tirmizî, Nevadir´, İbn Adîy
33) Daha önce geçmişti.
34)(Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî´den)
 
Alt 03-04-2009, 21:22   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe´nin Hakikati ve Tanımı

Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir. Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi MZ´dir, üçüncüsü fiildir. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, ALLAH´ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.

İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.
Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir... İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir.3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; iman ve yakîndir; zira iman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te´kid ve takviye etmekten, şüpheyi imandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu imanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, iman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.

İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: ´Pişmanlık tevbedir´. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır´. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

O bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!

Tevbe´nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe´nin tarifinde şöyle denilmiştir: ´Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır´.

Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: ´Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur´. Sanki bu sözüyle tevbe´nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.

Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe´nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe´nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,

3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.
 
Alt 03-04-2009, 21:23   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevbe´nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, ALLAH tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz), adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki ALLAH onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur´ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. ALLAH Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe´nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe´nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe´nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ´(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu´ demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak ALLAH ile mülâki olmakta olduğunu, ALLAH´a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, ALLAH ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında ALLAH ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen ALLAH´ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak ALLAH´a yönelmekle olduğunu ve ALLAH´tan yüz çevirmek, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve ALLAH´tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların ALLAH´tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta ALLAH´ın, Hz. Peygamber´in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey mü´minler! Hepiniz birden ALLAH´a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey iman edenler! ALLAH´a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen ´Nasûh tevbesi´ hâlisen ALLAH için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe´nin faziletine ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette ALLAH çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, ALLAH´ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4

Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın mü´min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra ´Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım´ diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü ALLAH´a şükretmek için ´Sen benim RABBİMsin, ben de senin kulunum´ diyeceği yerde ´Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun´ demiştir.

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: ´Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: ´Ey Adem! ALLAH´ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!´ Hz. Adem (a.s) Cebrail´e ´Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir´.

Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe´niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe´nin mânâsı, günahların helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe´nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe´nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki ALLAH´ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir´ diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim ´kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir´ mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi ALLAH´ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da ALLAH yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim ´hepsi ALLAH´ın mahlûkudur´ dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de ALLAH´ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü ALLAH Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte ´şu yemek şehveti teskin eder´ ilmini, ´şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?´ diye çarpışan fikirleri, sonra ´hiçbir mâni yoktur´ ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine ´ihtiyar´ (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği ALLAH tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, ALLAH´ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de ALLAH´ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de ALLAH´ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında ALLAH Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

ALLAH´ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, ALLAH Teâlâ ´Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur´ ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi ALLAH´ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi... Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları ALLAH´ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

ALLAH Teâlâ´nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: ´Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın´. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat ALLAH öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat ALLAH attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi ´Bu halis bir cebr´dir´ der, kimi (Kaderîler gibi) ´Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi ALLAH Teâlâ´dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur´ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, ALLAH´ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki ALLAH´tan başka yaratan ve ALLAH´tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık´ demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: ´Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!´ Filin dişine dokunan kişi demiş ki: ´Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir´. Filin kulağını elleyen demiş ki: ´Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi´ dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir´. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de... Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe´nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, ALLAH Teâlâ´nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes´ud´dan)
6) Fiili ALLAH´a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş´arîlerdir.

 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı