Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 03-04-2009, 21:37   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabır

İman bazen ´dinin esaslarını tasdik etmek´ mânâsına tahsis edilir. Bazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilir. Bazen de ikisine birden ıtlak olunur. Marifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardır. İman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, iman yetmiş küsur şubeden meydana gelir. Bu ıtlakların değişikliklerini Kavaid´ul-Akaid bahsinde zikretmiştik. Fakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak imanın yarısıdır. O ıtlakların biri iman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdır. Bu takdirde imanın iki rüknü vardır. O rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır.

Yakîn´den gaye; ALLAH Teâlâ´nm kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir.

Sabır´dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, insanoğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirir. Günahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olur. Sabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir.

Bu bakımdan sabır, bu itibarla imanın yarısıdır ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur:
Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir.12

İkinci itibar, iman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdır. Bu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve ahirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılır. Kula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardır. Bu bakımdan şükür de imanın iki şıkkından biri olur. Nitekim yakînin, birinci itibarla iman şıklarından biri olduğu gibi!

Nitekim İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: İman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür´. Bu söz, Hz. Peygamber´e de izafe edilir.13

Sabır, imanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektir. Hevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdır. Biri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelir. Bu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindir. Öfke de elem vericiden kaçmak içindir. Aynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektir. O da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir.

İşte bu itibarla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Oruç, sabrın yarısıdır.14

Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de ga-zabın isteklerine sabretmekle hâsıl olur. Bu bakımdan oruç, imanın dörtte biri olur. İşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundur. Burada esas, imanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira iman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur.

12) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme´den)
13) Beyhâkî ve Deylemî
14) İbn Mâce

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-04-2009, 21:38   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabrın Hakikati ve Anlamı

İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür. Bazıları ´Sabır, şükürden daha üstündür´ demiştir. Başkaları da ´Şükür daha üstündür´ demiştir. Bir kısmı da ´ikisi eşittir´ demiştir.

Dördüncü bir grup, ´Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir´ demiştir. Bu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yoktur. Hakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdır. Bunun beyanı hakkında iki makam vardır:

Birinci Makam
Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektir. Bu, işin zâhirine bakmak demektir. Bunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yoktur. Halk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundur. Çünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremez. Kelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektir. Şefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildir. Aksine onu temiz süt ile beslemelidir. Çocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir.

Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı meneder. Bu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.

Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir.88

Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilir. ALLAH Teâlâ ona şükrünün mükafatını verir. Yeryüzünün en sabırlısı getirilir. Ona denilir ki: ´Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?´ O ´Evet ya rabbî! Razıyım´ der. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükretti. Seni belaya giriftar ettim, sen sabrettin. Muhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım.89

Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir.
Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. , (Zümer/10)

Hz. Peygamber´in ´Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir´ hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hz. Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştir. Bu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştir. Bu ise şükrün derecesinin en son noktasıdır. Eğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı.

Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hz. Peygamber´in şu hadîsi gibidir:
Cuma, fakirlerin haccıdır. Kadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır.90
İçki içen puta tapan gibidir.91

Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundur.Sabır imanın yarısıdır.

Hz. Peygamber´in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmez. Bu, şu hadîs gibidir:
Oruç sabrın yarısıdır.

Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denir. Her ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denir. Nitekim İman, ilim ve ameldir´ denildiği gibi. Bu duruma göre amel, imanın yarısı olur. Bu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez.

Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hz. Dâvud´la oğlu Hz. Süleyman´dır. Bu da hükümdar oldukları içindir. Ashabımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman b. Avf tır. Çünkü zengindi.92

Süleyman (a.s) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir.93

Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Ancak sabır kapısı bu hükmün dışındadır. Çünkü o bir kanatlıdır. O kapıya ilk girecek bela ehlidir. Onların önünde Eyyûb (a.s) vardır.94

Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder. Çünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidir. İşte halk tabakası bu makamla ikna olunur. Vaazda bu kadarı kâfidir. Dinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir.

İkinci Makam
İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdir. İki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Her keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Aksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsin. Sabır ile şükrün kısım ve şubeleri çoktur. Bu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez.

Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledik. Şükür, sabır ve diğer makamlar da böyledir. Bu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünür. Ameller en üstünün ta kendisidir.

Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürler. Çünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenir. Bu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdir. Çünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündür. Bu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar.

Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledir. Marifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridir. Bu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirler. Hatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlar. Çünkü o muamele için istenir. Onların faydası amelin ıslahıdır. Âlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür.

Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olur. Aksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmaz. Öyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektir. Kalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ALLAH´ın celâlinin keşfolunmasıdır. Öyle ise mükâşefe ilminin en yücesi ALLAH´ın marifetidir.

Zatından ötürü istenen budur. Çünkü saadete bununla varılır. Hatta bu, saadetin ta kendisidir. Fakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak ahirette hisseder. O kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettir. Başkası ile bağlı değildir. Bu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdir. Çünkü o marifetler bunun için istenir. Madem ki diğer marifetler ALLAH´ın marifeti için istenir, o halde ALLAH´ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlar. Çünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırır. O marifet ile ALLAH´ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur.

Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsün. Madem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredir. Kalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredir. Aynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledir. Öyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktır. Öyleyse kalbi temizlemeye yakın
olan elbette ki diğer halden üstündür. Amellerin tertibi de böyledir. Çünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbeder. Her amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder.

Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denir. Kalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirler. Kalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledir. Bu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanır. Bu da hallerin değişmesi ile değişir.

Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidir. Hac, sadakadan daha üstündür. Gece ibâdeti başkasından daha faziletlidir. Fakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündür. Çünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur.

Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmez. O, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir.

Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidir. Bu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdır. Yüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemez. Bu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atar. Bu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekir. Bunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti.

Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira ´Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?´ sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündür. Eğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur.

Aynı şekilde ´Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?´ sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildir. Ancak bize ´Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?´ denilse şüphesiz ´Safranın yokluğu daha iyidir´ deriz. Çünkü sekencebin ´Safrayı yok etmek için kullanılır. Herhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündür. O halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektir. Bununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdır. Bu sevginin çıkışı sebebiyle kalp ALLAH´ın marifetine ve sevgisine hazırlanır. Bu bakımdan en üstünü marifettir, hal´den sonra hal, ondan sonra da amel gelir.

İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştir. Hatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir:
(Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)

(Kullarından) sadakaları alan ALLAH´tır!(Tevbe/104)

Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor?

Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmez. Ameller kalp hastalıklarının ilâcıdır. Kalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemez. Bunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemez. Kendisine haber verilse inanmaz. Bu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsin. Eğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve ´Benim yüzümde ayıp yoktur´ der. Bunu daha açık bir örnekle açıklayalım:

Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur´an öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur´an´ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini ister. Diğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk ´Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur´ diye düşünecektir. Çünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zanneder. Şayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va´dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olur. Bazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur´an öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zanneder. Böyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden ´Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdi. Üstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur´an´ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir´ der. Böylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur´an´ı unutur. Çıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır.

Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: ALLAH kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir?
(Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)

Eğer ALLAH isteseydi fakirlere yedirirdi. Bu bakımdan mal-larınızı fakirlere vermeye gerek yoktur. Nitekim ALLAH kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:
Onlara ´ALLAH´ın size rızık olarak verdiğinden (ALLAH yolunda) infak ediniz!´ denildiği zaman, kâfir olanlar, iman edenlere derler ki: ´ALLAH´ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?´(Yâsin/47)
(ALLAH´a) ortak koşanlar diyecekler ki: ´Eğer ALLAH dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık´.(En´âm/148)

Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren ALLAH, ortak ve şerikten münezzehtir. Bununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir.

İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya ALLAH için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden ´Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yoktur. ALLAH´ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardır. Dolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim ALLAH için birdir!´ derler.

Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak´ olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır.

Bu anlattıklarımız ahiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldir. Bu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidir. Kötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadır. Bu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidir. Sen onun hizmetçisi değilsin. Hacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz.

Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hz. Peygamber (s.a) sadaka almaktan kaçınmıştır. Tıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermişti. Ehl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96

Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir eder. Kalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanır. İşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilir. Bu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim.
Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardır. Birindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildir. Bilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin!
Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela ALLAH´tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise ALLAH´tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir.

Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettir. Bela ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledir. Oysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştik. İşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdür. Şükür, ALLAH´ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektir. Sabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir.

Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânm iki ismidir. Öyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektir. Bunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektir. Bu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettir. O halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ.

Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştır. Belaya gelince, bela nimetin yok olmasından ibarettir. Nimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi.

İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve ALLAH´ın kazasına razı olması demektir. Kördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez. Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:

Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.

Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.

Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, ALLAH´ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla ALLAH´ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Eğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hz. Şuayb´ın rütbesi, (mesela) Hz. Musa´nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (a.s) gözsüzlüğe sabretti, Musa (a.s) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildir. Yine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdır. Çünkü bu azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.

Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardır. Dahası ALLAH´ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır.

Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudur. Oysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir.

Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilir. Ancak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündür. Sabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildir. Çünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, ALLAH´ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştir. Şüphesiz bu durum, bir kuvvet ister. Zengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştir. Öyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdır. Ancak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdır. Şeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterir. Kuvvet de kalbin halidir.

Yakîn de iman kuvveti hasebiyle değişir. Bu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur.
Ayet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştir. Çünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmez. Bu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür.

Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî´ye, ´sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu´ sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: ´Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmez. Övgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır´.

Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdır. Fakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdır. Madem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile ALLAH için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdır. İş, Cüneyd´in dediği gibidir. Cüneyd´in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtir. Zaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir.

Denildiğine göre Ebu Abbas b. Atâ97, bu hususta Cüneyd´e muhalefet ederek ´Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üs-tündür´ demiştir.
Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştir. Bunun üzerine Ebu Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı bela ve musibetlere düçar oldu. Kendisi ´Bütün bunlara Cüneyd´in bedduası yol açtı´ derdi. Sonunda ´sabreden fakir´in ´şükreden zengin´den daha üstün olduğu fikrine döndü.

Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmez. Bilakis ALLAH´ın kullarının halini gözeterek O´nun hakkını eda etmek için sarfeder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.

İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmez. Fakirlikse, fakirin nefsine ağır gelir. Çünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hisseder. Eğer zengin, malının elin-den çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir.

Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildir. Tevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik.

Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtır. Bu tıpkı av köpeğini dövmeye benzer. Eğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündür. Bu nedenle ahiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Fakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmaz. Bilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi...

Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardı. Az bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, ´Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür´ hükmünü mutlak bir şekilde vermiştir. Bu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudur. O halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsin. Çünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtir. Tahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş.

Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır. Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır:

Mesela kulun, ALLAH Teâlâ´nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. ALLAH´ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak et-mediği halde nimetlerin ALLAH´tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de ALLAH´ın nimetlerinden birisi olduğunu ve ALLAH tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür;

zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse ALLAH´a şükretmemiştir.
Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştık. Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür. Ameller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çoktur. Bunlar değişik derecelerdir. Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir.

Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştım. Yaşı oldukça ilerlemişti. Halini sordum. Bana şunları söyledi: "Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştum. O da bana aşıktı. Sonunda evlendik. Zifaf gecesinde ona ´Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi ALLAH´ın şükrüyle ihya edelim´ dedim. O geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadık. İkinci gece de böyle oldu. Bütün gece boyunca namaz kıldık. Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üze-rinde devam ediyoruz". Sonra hanımına dönüp ´Ey kadın! Öyle değil mi?´ dedi. Kadın da İhtiyarın dediği gibidir´ karşılığını verdi. Şunların haline bakın! Eğer ALLAH onları biraraya getirmeseydi ayrılık belasına nasıl sabredeceklerdi?

Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktır. Bu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. ALLAH en doğrusunu bilir!

88) Daha önce geçmişti.
89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor.
90) İdris b. Ebî Usame, Müsned
91) İbn Mâce
92) Taberânî
93) Deylemî
94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.
95) İbn Mâce
96) Müslim ´Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed´e ve nede ailesine helâldir´ şeklinde rivayetetmiştir.
97)Adı Ahmed b.Muhammed b.Selh´dir.Cüneyd-i Bağdâdî´nin çağdaşlarındandı. H.309´da vefat etmiştir.
 
Alt 03-04-2009, 21:39   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabır İmanın Yarısıdır

Hiss, ancak idrâki ifade eder. İradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yoktur. Sende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmaz. Nice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamaz. Bu bakımdan hareket için aletler lâzımdır. Harekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsin. Bu nedenle ALLAH Teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştır. O azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindir. İnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi... Onlardan kimisi de müdafaa içindir. İnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi...

Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirler. Hayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktır. Bu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtır. Süratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır.

Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştır. Diğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardır. Başka bir kısmı da karnının üzerinde sürünür. Bunun izahı oldukça uzar. Bu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsin. Uzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildir. Bu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsın. Böylece ALLAH Teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet etti. O eller eşyaya uzanırlar. Her cihete kıvrılsınlar diye ALLAH onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştır. Bu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildir. Bilakis uzanır ve katlanır. Elin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim etti. Onları da iki safa ayırdı.

Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürler. Eğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdı. Bu bakımdan ALLAH onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olur. Onları birleştirirsen kepçe olur. Onları yumarsan senin için vuruş aleti olur. Aynı zamanda tutma aleti olur. Sonra ALLAH Teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin.

Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsin. Böylece ALLAH Teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı.

Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmaz. Bunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekir. Onun için ALLAH Teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktı. Üst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye.. Bütün bunlardan sona da öğütmeye... Onun için ALLAH Teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve
kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra ALLAH Teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsin. Hatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde döner. Eğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdi. Oysa bununla da öğütmek tam olmazdı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdi. Üst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı.

ALLAH´ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı döner. Ancak ALLAH´ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedir. Çünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde döner. Bu bakımdan ALLAH ortaktan münezzehtir. Onun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir.

Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? ALLAH´ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirir. Tıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibi. Dilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır.

Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmez. Ancak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilir. Bu bakımdan ALLAH´ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirir. Dikkat et ki ALLAH, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsün. Çeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlar. Öyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar!

Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsin. Midende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksin. Bu bakımdan dikkat et ki ALLAH Teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün.

Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir.
Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdır. Böylece ALLAH Teâlâ (c.c) mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştır. Yemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanır. Midenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardır. Göğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti
vardır. Bu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsin. Böylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur.
Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzer. Bu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir.

Böylece ALLAH Teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştır. Yemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştir. Ciğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdir. Hatta sanki kandır. Onda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasın. Bu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalır. Azalara elverişli saf kan hâlini alır. Ancak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidir. Bu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşur. Onların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzer. O da sevdavî kimûs karışımdır. Diğeri kaymağa benzer. O da safra dır. Eğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştır. Öd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çeker. Böylece kan, saf olarak kalır. Onda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yoktur. Çünkü onda sulu madde vardır. Eğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdı. O damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, iki böbreği yarattı. Onların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardı. ALLAH Teâlâ´nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmez. Ciğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmaz. Mâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra ALLAH Teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştır. Bu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle gö-rülmez hale gelsinler. Onlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır.

Eğer öd´ün başına bir âfet gelirse, kan bozulur. Sarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterir. Eğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelir. Bütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hik-metine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir.

Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltır. Böylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelir. Barsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşur. Böylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılır. Öd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır.

Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderir. Ekşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırır. Geri kalanı ise posa ile beraber çıkar.

Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanır. Diğerini mesaneye gönderir. Biz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelim. Eğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu,

kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzar. Hem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardır. İnsanoğlunda binlerce adale, damar vardır. Onlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirler. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üç, dört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın.

Bütün bunlar senin için ALLAH´ın nimetleridir. Eğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce ALLAH´ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra ALLAH´a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen ALLAH´ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsin. Oysa yemek o nimetlerin en düşüğüdür. Sen yemeği de ancak acıktığında bilirsin. Oysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilir. Kalkması is-tendiğinde kalkar ve çifte atar. Bu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin?

Biz bunlara kısaca işaret ettik. Bu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladır. Bu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas et. Bizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılır. Ancak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder.
Eğer ALLAH´ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.(Nahl/18)

Sonra dikkat et ki ALLAH Teâlâ (c.c) bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştır. Tıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanır. Bu ışık ALLAH Teâlâ´nın halk ve icadındandır. Fakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştır. Bu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptir. Onun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir.

Kalp de onun için çıra gibidir. Kabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidir. Gıda ise yağ gibidir. Onun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidir. Nasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman söner. Nasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmez. Nitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi...

Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi´ bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazen.de öldürmek gibi haricî sebepten dolayı söner. Nasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak ALLAH´ın indine mukadder sebeplerle vc takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledir. Nasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir.

Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülür. Bedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılır. O nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır.

İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettir. Eğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. Bu bakımdan ALLAH´ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap!

İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledin. Oysa Hz, Peygamber´e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir.´(İsrâ/81)

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır?

Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelir. Biz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadık. Oysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derler. Doktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdir. Hatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirler. Onlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederler. O engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz eder. Onun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet eder. O ruh doktorların ihtisas sahasına girer. Onun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner.

Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada gider. O ruh, ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. Biz onu vasıflandırmadık. Onu vasıflandırmaya ruhsat da yoktur. Ancak şöyle denilebilir: ´O rabbanî bir emirdir´.
De ki: ´Ruh, RABBİMin emrindendir.´ (İsrâ/81)

Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramaz. Hatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılır. Vehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Tıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi... O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılır. Onun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmez. Ancak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunur. O nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğar. O nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidir. ALLAH Teâlâ birçok devirler yaratmıştır. Nasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinen-leri) idrâk edemezse...

Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemez. Çünkü o daha ulaşamadığı bir haldir. Muhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedir. Burada ALLAH Teâlâ iman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilir. Bu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedir. Ona ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilir. ALLAH Teâlâ´nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardır. O eşiğin girişinde geniş bir meydan vardır. Meydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardır. O eşik o rabbânî emrin merkezidir. Kim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldir. Onun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: ´Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!´

Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidir. Bu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidir. Bu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir.
Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştir. İnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştir. ALLAH Teâlâ kitabında bu ruh ´un hakikatinden birşey zikretmemiştir. Ancak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştir. Onun nisbeti şu ayette zikredilmiştir:Ruh RABBİMin emrindendir.(İsrâ/85)

Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir:

Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rab-bine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir!(Fecr/27-30)

Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelim. Çünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmekti. Biz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik,
 
Alt 03-04-2009, 21:40   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler

4. Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi

Yiyecekler çoktur, ALLAH Teâlâ´nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardır. Her yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır.
Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalım. Çünkü gıdalar temeldir. Biz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım.

Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasın. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ sende ya-rattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılır. Gıdalanmakta ancak sana muhalefet eder. Çünkü bitki su ile gıdalanır. Kökleri vasıtasıyla suyu içine çeker. Aynen senin gıdaları içine çektiğin gibi... Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değiliz. Ancak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz:
Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almaz. Aksine özel bir şeye muhtaçtır. Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.

İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar...
(Abese/24-29)

Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık.(Hicr/22)

Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermez. Bu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursun. Böylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldı. Bunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtır. O halde ALLAH Teâlâ´nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et!
Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmaz. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki ALLAH o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? ALLAH Teâlâ´nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurdu. ALLAH´ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir.

Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmaz. Çünkü bunların ikisi de soğukturlar. Bu bakımdan ALLAH´nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olur. Hararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olur. Bu, güneşteki nimetlerden bir tanesidir. Güneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez.
Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olur. Bu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlar. O halde ALLAH Teâlâ´nın ay´ı yaratmasına dikkat et! ALLAH ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattı. Bu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırır. Hakîm ve yaratıcı olan ALLAH´ın takdiri onları renklendirir. Bu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlar. Hatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır.

Ay´ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalır. O halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatır. Öyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım.

Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse... Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı:
Ey RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âlu İmran/191),

Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık.(Duhân/38)

Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir.Onlar yardımlaşırlar.Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,.. Bunun izahı oldukça uzun sürer.

Yıldızların, güneş ve ayın ALLAH´ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına iman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir.

Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir:
Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir!

İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirler. Çünkü müneccimler cehaletten konuşurlar.

Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktı. O ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldı. İşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemez. Bu bakımdan yıldızların ALLAH Teâlâ´nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermez. Aksine bu hakikattir. Fakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verir. Bu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana ´Elbiseyi çıkar, yay. Çünkü güneş doğdu, hava ısındı´ diyen kimseyi yalanlamak gerekmez. Havanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmez. Yine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana ´Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti´ dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez.

Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldür. Meçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildir. Malûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdur. Bazısı da ay´ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudur. Madem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardır. Onlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır.

Bunun için Hz, Peygamber göğe bakarak şu ayeti okumuştur:
RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru!
(Âlu îmran/191)

Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65

Yani ´Şu kimse ki ayeti okuyup bu ayet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gafil kalır´, işte ona yazılar olsun!

Bu durumu hayvanlar da bilir. Bu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu ayet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir.

ALLAH Teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardır. ALLAH´ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! ALLAH´ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı ALLAH´ın tasnif buyurduğu bir kitabdır. Hatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendir. Eğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et!

Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsin. Çünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirler. Fakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.65) Salebi, (İbn Abbas´tan)

Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlar. Felekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlar. Feleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır. Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanır. Biz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktık. O halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim.
 
Alt 03-08-2009, 03:02   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
Bütün bu yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur. Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan tüccararın müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürer. Oranın idarecileri de o malları alır. Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düş-manıdırlar. ALLAH Teâlâ´nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!

ALLAH Teâlâ´nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğim öğretmesine dikkat et! ALLAH Teâlâ´nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At´ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?

ALLAH Teâlâ´nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!

Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! ALLAH Teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.
 
Alt 03-08-2009, 03:03   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar

Bitkilerin ve hayvanların, olduğu gibi parçalanıp yenilmesi mümkün değildir. Her birinde ıslah etmek, pişirmek, bazısını bazısının içerisine atmak suretiyle terkib ve tasnif yapmak ve daha sayılmayacak kadar birçok işler lazımdır. Her yemek için bunu saymak uzar. Bu bakımdan biz her ekmeği ele alalım: O tek ekmeğin, tohumu yere ekilip yenecek dereceye gelinceye kadar nelere muhtaç olduğuna bakalım.

Bu bakımdan o ekmek, ekilmek için önce çiftçiye muhtaçtır, çiftçi önce toprağı ıslah etmelidir. Sonra çift sürecek öküz ve saban ile diğer şeylere ihtiyaç vardır. Bundan sonra bir müddet sulamaya ihtiyaç vardır. Sonra yeri yabanhi bitkilerden temizlemek, sonra biçmek, sonra dövmek, sonra samandan temizlemeye ihtiyaç vardır. Sonra öğütmek, sonra hamur yapmak, sonra ekmek yapmaya ihtiyaç vardır.

Bizim zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz, bu fiillerin sayılarını düşün. Bu hususta insanın muhtaç olduğu demir, ağaç, taş ve benzeri aletlerin sayısını düşün. Sanatkârların saban, öğütme ve ekmek aletlerini ıslah etmekte muhtaç oldukları şeyleri düşün! Marangoz, demirci ve benzeri kimseleri düşün! Demircilerin demire, bakıra, kalaya olan ihtiyacını düşün! ALLAH Teâlâ´nın dağları, taşları ve madenleri nasıl yarattığını, yeryüzünü nasıl komşu kıtalara böldüğünü düşün!

Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elindeng eçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevkeden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!

Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmibeş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer ALLAH Teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, ALLAH Teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl şevketmiş?! Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Birşeyi beraberce ve çabukça keserler. Eğer ALLAH Teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hz. Nuh (a.s) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun! O halde göz sahiplerini kör olanlara bu hususta ilhak eden, peygamberleri bu hususu açıklamaktan meneden ALLAH ortaktan münezzehtir.

Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan ALLAH ortaktan münezzehtir. Bununla meşiyeti yerini buldu ve hikmeti tamamlandı.

Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim. Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.
 
Alt 03-08-2009, 03:04   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Korku´nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık

Sabır iki türlüdür. Onlardan biri, bedenîdir. Bedenen meşakkatlere göğüs gerip tahammül etmek gibi... O da ibâdetler veya başka şeylerden meydana gelen zor amelleri yapmak gibi ya fiille olur veya korkunç yaralara, ağır hastalığa ve şiddetli darbeye sabretmek, göğüs germekle olur. Bu da eğer şeriata uygunsa bazen güzel olur. Fakat tam güzel olan sabır, öbür çeşididir. O da hevâ-i nefsin isteklerine ve tabiatın iştahlarına nefsin sabretmesidir.

Bu çeşit sabır, eğer midenin ve tenasül uzvunun şehvetine sabretmekse, buna iffet adı verilir. Eğer nahoş bir hâdiseye tahammül etmekten gelen bir sabır ise, halk nezdinde hâdiseye göre değişik isimler alır. Eğer bir musibette ise sadece sabır ismiyle iktifa edilir. Buna zıd ceza ve hele diye adlandırılan bir durum vardır. Bu zıd durum, hevâ-i nefsin isteğini sesi yükseltmek, yanaklara vurmak, yakayı yırtmak ve benzeri hareketlere nefsi bırakmaktır.

Eğer zenginliği göğüslemekte ise buna zabt´ün-nefs (nefsi zapt u rapt altına almak) adı verilir. Bunun zıddı olan hâle Batar (saldırganlık) ismi verilir. Eğer nahoş hâdiseyi, savaşta göğüslerse, buna şecaat (kahramanlık) adı verilr. Bunun tam tersine de cebanet (korkaklık) adı verilir. Eğer öfkeyi veya gayzı yutmak hususunda ise, bu takdirde sabra hilim adı verilir. Bunun zıddına tezemmür denir. Eğer zamanın musibetlerinden rahatsız edici bir musibete sabrediyorsa, bu tür sabra göğüsün genişliği mânâsına gelen siat´üs-sadr adı verilir. Bunun zıddına dacer, te-berrum ve göğüs darlığı mânâsına gelen dik´us-sadr denir.

Eğer bir konuşmayı gizlemek hususunda sabretmişse buna kitman´üs-sır (sırrı gizlemek) adı verilir. Bu sabrın sahibine de ketûm denir. Eğer yaşlılığa sabretmek ise, bunun adına zühd, zıddına da hırs denir. Eğer azla yetiniyorsa buna kanaat ismi verilir. Bunun zıddına oburluk mânâsına gelen şereh denir. Bu bakımdan imanın çoğu sabra dahildir.

Bu sırra binaen Hz. Peygamber´e imandan sorulduğunda şöyle demiştir: ´O, sabrın ta
kendisidir´. Çünkü imanın çoğu ve en aziz amelleri sabırdır.

Yine Hz. Peygamber ´Hac Arefe´dir´.15 buyurmuştur.

ALLAH Teâlâ, bunların bütün kısımlarını bir arada derleyerek hepsine birden sabır adını verip şöyle buyurmuştur:
Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar bunlardır. (ALLAH´ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)

Madem durum budur, o halde bunlar, ilgilendikleri konuların değişikliklerine göre, sabrın kısımlarıdırlar. Kim mânâları isim-lerden alıyorsa, o kimse zanneder ki bu durumlar, haddizatında ve hakikatlerinde de değişiktirler. Çünkü isimleri değişik görür. Fakat dosdoğru yolda yürüyen ve ALLAH´ın nûruyla bakan bir kimse ise, önce mânâları mülâhaza eder, dolayısıyla hakikatlerine muttali olur, sonra isimleri düşünür. Çünkü isimler mânâlara delâlet etmek için vaz´edilmişlerdir. Bu bakımdan mânâlar, asılların ta kendileridir. Lâfızlar ise tâbilerdir. Öyleyse asılları tâbilerde arayan bir kimse elbette haya eder.

Bu iki gruba şu ayetle işaret edilmiştir:
Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yol üzerinde düzgün yürüyen mi?
(Mülk/22)

Kâfirler, yanıldıkları yerlerde ancak böyle makûs kaidelerden ötürü yanılmışlardır. ALLAH Teâlâ´dan keremi ve lütfu sayesinde, hüsn-ü tevfîkini dileriz.
 
Alt 03-08-2009, 03:05   #8
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar

Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et!
Ve onların kalplerinin arasını birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi herşeydin yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat ALLAH onların aralarını birleştirdi.(Enfâl/63)

Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Sonra bu sevgiyi, sürtüştükleri birtakım hedefler ortadan kaldırır. İnsanın tabiatında kabalık, hased ve başkası ile münakaşa etmek vardır. Bu da vuruşmaya, nefret etmeye sirayet eder. Bu yüzden ALLAH Teâlâ´nın onların üzerine saltanat sahiplerini nasıl musallat kıldığına, onlara kuvvet, silah ve sebeplerle nasıl yardım ettiğine, onların korkusunu kendilerine ister istemez itaat etsinler diye halkın kalbine nasıl attığına, sultanları memleketin ıslah yoluna nasıl hidayet ettiğine dikkat et! Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır. Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi...

Dikkat et! ALLAH Teâlâ peygamberi (a.s.) gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk arasındaki adalaeti korumak ve halkı zaptetmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık), saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler. Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.

ALLAH Teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah etti. Me-leklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle ALLAH arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.

Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir. Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.
Biz bizim (uğrumuz) da mücahede edenleri elbette yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69)

Eğer O´nun fazilet ve keremi olmasaydı muhakkak biz bu nimetlerin marifetine kendiliğimizden varamazdık. Eğer O´nun nimetlerinin künhünü ihâta etmek tamahkârlıktan bizi korumasaydı, muhakkak biz o nimetleri ihâta edip sonuna kadar saymaya heves ederdik. Fakat ALLAH Teâlâ, kudret hükmüyle bizi böyle yapmaktan uzaklaştırdı ve şöyle buyurdu:
ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız!(Nah/18)

Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının herbirinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: ALLAH şöyle buyurmaktadır: ´Mülk bugün kimindir?´ hiç kimse buna cevap veremez. ALLAH Teâlâ şöyle der:
Kahhar (her şeye galip olan) tek ALLAH´ındır.(Gâfir/16)

Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten ALLAH´a hamd olsun!
 
Alt 03-08-2009, 03:06   #9
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Havf - Korku

Din teşvikçisi, hevâ-i nefsin teşvikçisine nisbeten üç duruma sahiptir:

Bir
Bu, hevâ-i nefse çağıran gücü artık münazaa ve münakaşa edecek gücü kalmayacak derecede mağlup etmektir. Buna ancak sabrın devamıyla varılabilir. Bunun için ´Sabreden zafere ermiştir´ denir.

Bu rütbeye ulaşan çok azdır. Şübhe yoktur ki bunlar, mukarreb olan sıddîkların ta kendileridir. O sıddîklar ki ´RABBİMiz ALLAH´tır´ demişler, sonra dosdoğru hareket etmişlerdir. İşte bunlar dosdoğru yola yapışmışlar, kuvvetli yol üzerinde dimdik durmuşlar, nefisleri din teşvikçisinin isteği üzerine itminana kavuşmuştur. Onlar ´Ey itminana kavuşan nefis! rabbinden (nimetinden) razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!´ davetiyle çağırılmışlardır.

İki
Bu hâl, hevâ-i nefis davetçilerinin galebe çalması ve din teşvikçisinin mücadelesinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kişi nefsini tamamen şeytanların ordusuna teslim eder. Mücâhededen ümitsiz olduğu için, artık mücahede etmez hale gelir. Bunlar, gafillerin ta kendileridir ve insanların çoğunluğunu bunlar teşkil ederler! Bunlar o kimselerdir ki şehvetleri onları kul ve köle edinmiştir, şekavetleri kendilerine galebe çalmıştır.

Bu bakımdan ALLAH´ın düşmanlarını, ALLAH´ın sırlarından bir sır ve emirlerinden bir emir olan kalplerine hakim kılmışlardır. Şu ayette bunlara işaret vardır:
Dileseydik herkesi hidayete erdirirdik. Fakat benden ´Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, sözü çıkmıştır. (Secde/13)

İşte bahsi geçenler ahireti verip dünya hayatını satın alan ve alışverişinde zarar edenlerdir. Onları irşad etmek isteyen bir kimseye vahy lisanıyla şöyle denilmiştir:
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimseden yüz çevir. Onların ilimden erebildik-leri (son had) işte budur.(Necm/29-30)

Bu durumun alâmeti ümitsizlik ve kuruntularla aldanmaktır. Bu ise, ahmaklığın en son derecesidir.

Nitekim Hz. Peygamber seyyie buyurmuştur:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonraki hayatı için amel eder. Ahmak o kimsedir ki nefsim hevasına tabi kılar, (amelsiz) ALLAH´tan yüksek dereceler temenni eder16

Bu durumun sahibi, kendisine nasihat edildiği zaman der ki: ´Ben tevbeye müştakım. Fakat tevbe etmek bana zor geldiği için tevbe etmekten ümidimi kestim!´ veya tevbeye müştak olmadığı için şöyle der: ´Muhakkak ALLAH gafûr, rahîm ve kerîmdir. Benim tevbeme ihtiyacı yoktur!´

Bu miskin adamcağızın aklı, şehvetine köle olmuştur, O aklını şehvetinin ihtiyacını yerine getiren hilelerin inceliklerini elde etmek hususunda kullanır, Bu bakımdan onun aklı, kâfirlerin elindeki bir müslüman esîr gibi, şehvetlerin elinde esirdir. Onlar onu domuzları gözetmede, şarapları koruyup getirmede kullanırlar! Böyle bir kimsenin ALLAH katındaki durumu, bir müslümanı mağlup edip kâfirlere teslim eden bir kimsenin durumu gibidir.

Çünkü bu kimse, açık cürmü yoluyla eğlenceye alınmayacak olanı eğlenceye almış ve serbest kalması gerekeni de başkasının tahakkümüne vermiştir. Oysa müslümanın hakkı hâkimiyet, ALLAH´ı tanımayanın hakkı mahkûmiyet iken bunu tersine çevirmiştir. Başkası için bu hakka riayet gerektiği gibi, kendi hakkını koruması daha önceliklidir. Ne yazık ki ALLAH´ın tarafını tutarı meleğin askerini, şeytanın tarafını tutan orduya teslim etmiştir. Aklını şehvetine esir eden bu adamın bu tutumu, bir müslümanı bir kâfire köle yapan bir kimse gibi veya kendisine iyilikte bulunan padişaha kasteden ve padişahın en aziz evladını tutup düşmanlarından birine teslim eden bir kimse gibidir. Bu kimsenin ALLAH´ın nimetini inkâr edişine ve ALLAH´ın azabını davet etmesine dikkat et. Çünkü hevâ-i nefis ALLAH´ın nefret ettiği yeryüzünde ibâdet edilen en sevimsiz şeydir. Akıl ise, yeryüzünde yaratılmış en aziz varlıktır.

Üç
Üçüncüsü, akıl ve şehvetin kuvvetleri arasında savaşın sürüp gitmesidir. Bazen birinin, bazen diğerinin galip gelmesidir. Böyle bir şahsın benzeri, mücâhidlerden sayılır, zaferi elde edenlerden değil! Bu durumun ehli, salih ve kötü ameli karıştırmışlardır. Umulur ki ALLAH tevbelerini kabul etsin. Bu hüküm kuvvet ve zayıflık itibariyledir. Bunda kendisine karşı sabredilenin sayısı itibariyle üç hâl meydana gelir; zira bu şahıs ya bütün şehvetlere galebe çalar veya hiçbir şeye galebe çalamaz veya bir kısım şehvetlere galebe çalar, bir kısmına çalamaz.

Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir işle kötü işi birbirine karıştırdılar.(Tevbe/102)

Bu ayetin anlamının şehvetin bazısına galip, bazısına mağlup olan kimsenin üzerine hamledilmesi daha evladır. Mutlak mânâda şehvetlerle mücadeleyi terkedenler ise, hayvanlara benzerler. Hatta yol bakımından daha sapıktırlar; zira hayvanda şehvetle mücâhede eden kudret yaratılmamıştır. Böyle bir kimseye ise, bu meziyet verilmiş, fakat o bunu muattal bırakmıştır. Bu bakımdan bu kimse ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) ve hakka arkasını çevirenin ta kendisidir. Nitekim şair şöyle demiştir:

Ben halkın ayıpları içerisinde hiçbir ayıp görmedim ki itmam etmeye kudretleri olup da eksik kalanların eksikliği gibi olmasın!

Sabır, kolaylık ve zorluk itibariyle de nefse zor gelen ve kendisine ancak büyük bir gayret ile devam etmek mümkün olan ki buna tesettür (zoraki sabır) adı verilir kısım ile fazla yorgunluk olmaksızın biraz nefse yüklenmekle meydana gelen kısma ayrılır. Bu ikinci kısma da sabır ismi verilir. Takvâ devam ettiği, neticedeki en güzel olanı tasdik etme kuvvet bulduğu zaman sabretmek kolaylaşır.

Bu sırra binaen ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kim verip korunursa ve en güzel kelimeyi tasdik ederse, onu en kolay yola muvaffak ederiz.(Leyl/75-7)

Bu tür sabır, kuvvetli olan bir kimsenin, âciz bir kimseye saldırışına benzer. Onu yenmek hususunda bir yorgunluk ve zorluk çekmez. Fakat hasmı da güçlü olursa bu kimse ancak yorgun
luk ve fazla çaba sarfetmekle, ter dökmekle onu alt edebilir.

İşte dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisi arasında da aynen bunun gibi savaş vardır. Bu savaş haddi zatında melek ve şeytan orduları arasındadır. Ne zaman şehvetler teslim olursa, dini teşvik eden güç galebe çalar, uzun zaman devam etmek sûretiyle sabretmek kolaylaşırsa bu durumda Rıza bahsinde geleceği gibi rıza makamını elde eder. Bu bakımdan rıza, mertebe bakımından sabırdan daha yücedir.

Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
ALLAH´a rızan ile ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte de çok hayır vardır.17

Ariflerden biri şöyle demiştir: "Sabır ehli üç makam üzerindedir. O makamların birincisi, şehvetin terkidir. Bu, tevbe edenlerin derecesidir. O makamların ikincisi de takdir edilene rıza göstermektir. Bu da zâhidlerin derecesidir. O makamların üçüncüsü de mevlâsı tarafından başına gelene muhabbet göstermektir. Bu da sıddîkların derecesidir. Biz Muhabbet bahsinde, muhabbet makamının rıza makamından, rıza makamının da sabır makamından daha yüce olduğunu beyan edeceğiz. Sanki bu taksim, özel bir sabır hakkında cari olmuş ki o da musibet ve belalar üzerindeki sabırdır.

Sabır da hükmü itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır. Bu bakımdan mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır. Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmek nafile sabırdır. Mahzurlu şeylere sabretmek mahzurlu´dur. Tıpkı kendi eli veya çocuğunun eli başkası tarafından kestirildiği halde sükût edip sabreden bir kimse gibi ve tıpkı ailesine veya himayesi altında bulunan kadınlara şehvetle yaklaşana karşı gayreti kabarır, fakat gayretini göstemeyip sabreden veya aile efradının başından geçene karşı sükût eden bir kimsenin sabrı gibi... Böyle bir sabır haramdır. Mekruh olan sabır ise, şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermektir. Bu bakımdan şeriat, sabrın mihenk taşı olmalıdır. Öyleyse sabır imanın yarısıdır hükmü sana sabrın hepsi güzeldir hayalini verirse bu uygun değildir. Aksine sabır´dan gaye; sabrın özel kısımlarıdır.

15) Sünen sahipleri, (Abdurrahman b. Ya´mer´den)
16) Gurur bölümünde geçmişti.
17) Tirmizî, (İbn Abbas´tan)
 
Alt 03-08-2009, 03:07   #10
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Şükür

Daha önce, peygamberleri ıslah edip, hidayet etmek ve onlara vahyi tebliğ etmek ile meleklerin yaratılışındaki ilâhî nimetten anlattığımız şeyler senin malûmundur. Meleklerin sadece bunları yaptıklarını zannetme! Çokluğu ve mertebelerinin tertibi ile meleklerin tabakaları kısaca üç tabakaya inhisar eder:
A) Arzî (yeri idare eden) melekler,
B) Semâvi (gökleri idare eden) melekler,
C) Hamelet´ül-Arş (Arşı yüklenen) melekler.
ALLAH Teâlâ´nın melekleri sana hidayet, irşad ve başka vazifelerde değil yemeğe ve daha önce bahsettiğimiz gıdaya dönüşen hususlarda vekil kıldığına dikkat et! Fakat bunların herbir parçasını, bitki parçalarından her birini en az yedi melek, bazen on, bazen yüz, bazen de yüzden daha fazla melek, gıdalandırmakta vekil kılınmışlardır.

İzahı şudur: Gıdanın mânâsı, yok olan gıda parçasının yerine başka bir parçanın geçmesidir. Bu gıda, sonunda kan olur, sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olduğu zaman, gıdalanma tamamlanır. Kan ile et, marifet, kudret ve ihtiyarı olmayan cisimlerdir. Onlar kendiliğinden harekete geçmez. Kendi kendisine durup dururken bozulmaz, sadece tabiat da bunları değişik kalıplara sokmaya kâfi değildir. Nasıl ki buğday kendiliğinden un, hamur, ekmek olmazsa, ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olursa, işte öyle!

Tıpkı bunun gibi kan kendiliğinden, et, kemik, sinir ve damar olmaz. Ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olur. İç âlemdeki sanatkârlar meleklerin ta kendisidir. Nasıl ki zâhirdeki sanatkârlar memleketin ahâlisinin ta kendisi ise... ALLAH Teâlâ zâhir ve bâtında nimetlerini senin üzerine dökmüştür. Bu bakımdan onun bâtınî nimetlerinden gafil olman uygun değildir. Öyleyse derim ki gıdayı et ve kemiğe dönüştüren bir melek lâzımdır; zira gıda kendiliğinden hareket etmez. Başka bir melek lâzımdır ki onun komşuluğunda gıdayı tutsun. Üçüncü bir melek lâzımdır ki ondan kan yapsın. Dördüncü bir melek lâzımdır ki ona kan, sinir veya kemik şeklini versin. Beşinci bir melek lâzımdır ki gıdanın ihtiyacından fazla olan fuzulî maddeyi uzaklaştırsın. Altıncı bir melek lâzımdır ki kemik sıfatını kazananı kemikle, kan sıfatını kazananı da kanla birleştirsin. Böylece ayrı bir parça olması Yedinci bir melek lâzımdır ki yapıştırmada miktar ve hassas ölçüleri gözetsin. Yuvarlaklığını, enliğini, boşluğunu yapıştırsın ve her birini ihtiyaç miktarı kadar korusun, çünkü melek, mesela gıdadan, çocuğun burnu üzerine konması gereken parçayı baldırına koyarsa baldır oldukça büyür. Burun delikleri iptal olunur. Sûret ve yaratılış oldukça çirkinleşir.

İnceliğine rağmen göz kapaklarına, berraklığına rağmen gözbebeğine, kalınlığına rağmen baldırlara, katılığa rağmen kemiğe,miktar, şekil bakımından bunların herbirine uygun olanı sevketmesi gerekir, aksi takdirde sûret iptal olunur. Azaların bazısı büyük, bazısı zayıf ve küçük olur. Kısmet ve taksitte adil olan melek, eğer buna riayet etmezse, çocuğun başına ve bedeninin diğer yerlerine gıdadan ayaklarından birinin büyümesine vesile olan birşey
sevkederse o ayak, olduğu gibi kalır, bütün beden büyür. Şişman ve tek ayaklı bir şahsın ayağı çocuk ayağı gibi olursa bu kimse asla o ayaktan istifade etmez. Bu bakımdan taksimdeki bu ince hesabı gözetmek meleklerden birine havale edilmiştir. Zannetme ki
kan, kendi tabiatıyla şeklini tayin ediyor; zira bu işleri tabiata havale eden kimse ne dediğini bilmeyen bir cahildir.

İşte bu vazifeleri yapan arzî meleklerdir. Onlar sen uykuda istirahat edip, gaflet içerisinde dönerken seninle meşguldüler. Onlar senin içindeki gıdayı ıslah ettikleri halde sen onlardan haberdar olamazsın. Bu durum, parçalanmayan kısımlarının her birinde vardır. Hatta göz ve kalp gibi bazı parçalar yüz melekten daha fazlasına muhtaçtır. Biz kısa kesmek için bunun tafsilatını bıraktık. Arzî meleklerin imdadı, hakikati ancak ALLAH tarafından bilinen malûm bir tertip üzere semavî meleklerden gelir. Semavî melekler de hamlelet´ül-arş meleklerinden imdad alırlar. Teyid, hidayet ve tasdîd ile hepsine nimet eden Müheymin, Kuddüs, mülk ve melekûtun biricik sahibi, izzet ve ceberrûtun mâliki, gökler ve yerin cebbârı, mülkün, celâl ve ikramın sahibi olan ALLAH´tır!

Gökler, yer, bitkiler ve hayvanların parçalarını, hatta yağmur tanelerini, bir taraftan diğer bir tarafa kayan bulutların her birini idare eden melekler hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur. Bu nedenle hadislerle delil göstermeyi terkettik. Soru: Neden bu fiillerin tümü bir meleğe teslim edilmedi de yedi meleğe ihtiyaç duyuldu? Oysa buğday da önce öğütene, sonra eleyene, su katana, hamur yapana, ekmek yapana, inceltene, tandıra yapıştırana muhtaçtır. Fakat bütün bu vazifeleri tek başına bir kişi yapar. Neden meleklerin batınî amelleri, insanların zâhirî amelleri gibi olmadı?
Cevap: Meleklerin yaratılışı insanın yaratılışına muhaliftir. Onlardan hiçbir melek yoktur ki sıfatı müstakil bir şekilde olmasın. Asla onlarda terkib ve karışma bulunmaz, Bu bakımdan her melek için bir tek fiil vardır.
Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır. (Sâffât/164)

Bu nedenle melekler arasında mücadele ve kavga yoktur. Her´ birini bir mertebeye tayin etmenin, kendisine bir fiili havale etmenin misali, beş duyunun misâli gibidir; zira göz, sesleri idrâk etmekte kulakla sürtüşmez. Koku duyusu onlarla mücadele etmez. Onların ikisi de koku duyusu ile mücadele etmezler. El, ayak gibi değildir; zira sen ayağın parmaklarıyla ancak küçük birşey yapabilirsin. Böylece ayak elle sürtüşür. Bazen de başkasına başınla vurursun. Böylece baş, vurma aleti olan elle mücadele etmiş olur. Melekler, tek başına öğütmeyi, hamur yapmayı ve ekmek yapmayı yürüten bir insan gibi de değildir; zira bu, bir nevi eğrilmektir ve adaletten bir nevi kaymadır. Bunun sebebi de insanın sıfatlarının ve isteklerinin değişikliğidir; zira insanın sıfatı bir örnek değildir. Bu bakımdan fiili de bir olmaz.

Bu nedenle insanı, bazen ALLAH´a isyan eder, başka bir zaman da itaat eder görürsün. Çünkü insanda istekler ve sıfatlar değişiktir. Bu durum meleklerin tabiatında mümkün değildir. Melekler, itaat üzere yaratılmışlardır. Onlarda isyan imkânı yoktur. Şüphesiz ki onlar ALLAH´a, emrettiği hususta isyan etmezler. Kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar. Gevşemeden gece gündüz tesbih ederler. O meleklerden rükûa varan daima rükûdadır. Secdeye varan daima secdededir. Kıyamda olan melek de devamlı kıyamdadır. Onların fiillerinde ne değişiklik, ne de gevşeklik vardır. Herbirisinin malûm bir makamı vardır, onu geçemez. Onların ALLAH için taatları öyle bir durumdadır ki orada muhalefet edemezler. Onların itaati senin azalarının sana itaat etmelerine benzer; zira sen gözlerini açmayı kesinlikle irade ettiğin zaman, sıhhatli olan bir göz için bazen itaat etmede tereddüt etmesi, bazen etmemesi diye birşey yoktur. Aksine senin göz kapakların emrine veya yasağına hazır bir durumda bekler. Senin işaretinle hemen açılır ve kapanır. İşte bu, bir yönden meleklerin itaatına benzer. Fakat bir yönden de meleklere benzemez; zira göz kapağı gerek açmak, gerekse kapatmak hususunda kendisinden sadır olan hareketi bilmez. Melekler ise, diridirler ve ne yaptıklarını bilirler. Madem durum budur, bu arzî ve semavî melekler hususunda ve sadece yemek hakkındaki senin onlara olan ihtiyacın ALLAH´ın senin üzerindeki bir nimetidir. Diğer hareketler ve ihtiyaçlar da başka... Biz onları zikretmekle kitabı uzatmadık.

İşte bu tabaka, nimet tabakalarından başka bir tabakadır. O tabakaların tümünü saymak mümkün değildir. Acaba bu tabakaların altına giren fertler nasıl sayılabilir? ALLAH Teâlâ, zâhir ve bâtında senin üzerine nimetlerini akıtarak şöyle buyurmuştur:
Günahın gizlisini de açığını da bırakın! (En´âm/120)

Günahın gizlisini bırakmak, halkın bilmediği hased, kötü zan, bid´at, halk için kötü şeyler düşünmek ve kalplerin diğer günahlarından ibaret olanları terketmektir. Bu günahları bırakmak gizli nimetlerin şükrüdür. Azalarla yapılan açık günahı bırakmak da açık nimetin şükrüdür. Göz açıp kapamak kadar olsa dahi ALLAH´a isyan eden bir kimse mesela gözün kapatılması gereken bir yerde açılması gibi göklerde, yerde ve bunların arasındaki kendisine verilen ALLAH´ın her nimetini inkâr etmiş olur; zira melekler, gökler, yer, hayvanlar, bitkiler ve ALLAH Teâlâ´nın yarattığı herşey bütünüyle kulların her biri için nimettir. Onunla kulun faydalanması tamamlanmıştır. Her ne kadar başkası da ondan fayda görse bile; zira göz kapağı her açıldığında ALLAH Teâlâ´nın o kapakta iki nimeti vardır.

Bir de ALLAH Teâlâ her kapakta birçok adaleler yaratmıştır. Onların telleri ve dimağa bağlı ipleri vardır. O iplerle kapağın aşağı inmesi tamamlanır. Aşağı kapağın yükselmesi sağlanır. Her kapağın üzerinde siyah kıllar (kirpikler) vardır. Onların siyahlığındaki ilâhî nimet ise, onun gözün .ışığını toplamasıdır; zira beyazlık ışığı dağıtır. Siyahlık ise toplar. Onu bir saf halinde tertip etmekte ilâhî bir nimet vardır. Küçük böcekleri gözün içine girmekten menetmek ve havadaki pislikleri (mikropları) ALLAH Teâlâ´nın o tüylerin her birinde kökünün yumuşaklığı, yumuşaklıkla beraber dik bir şekilde konması bakımından iki nimeti vardır ve kirpiklerin birbirine geçmesinde hepsinden daha büyük bir nimet vardır. O da havanın tozu bazen gözü açmaktan meneder. Eğer kapatılırsa, göz görmez. Bu bakımdan alt ve üst kirpikleri birbirine girecek kadar sık bir şekilde bir araya getirmiştir. Dolayısıyla o kıllar harici bir kirin göze girmesine mâni olur. Ama görmeye mâni olmaz. Sonra göz bebeğine bir toz girerse kirpiklerin kenarları aynayı örten gibi, göz bebeğinin üzerine kapanıp koruyacak halde yaratılmıştır.

İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olur. Sivrisineğin göz kapağında kirpik yaratılmadığı için, sineğe iki el verildi. Onun o ellerle göz bebeklerini temizlediğini ve sildiğini görürsün!

Bu kitabın esasından daha fazla uzaklaşmamak için nimetle-rin tafsilâtını saymayı terkettik. Eğer zaman mühlet verir, tevfîk de yardım ederse onun için müstakil bir kitap yazmayı düşünüyoruz. O kitapta nimetlerin tafsilatını beyan edeceğiz. Biz o kitaba Acaib-i Sun´illah (ALLAH´ın Sanatının Acaiplikleri) adını vereceğiz. Bu bakımdan biz şimdi hedefimize dönelim.

Nâmahrem bir kimseye bakan, ALLAH´ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay´a muhtaçtır.
Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira hepsi birşey gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi....

Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasın. Bu sırra bianen haberlerde şöyle varid olmuştur: ´İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur´. Yine şöyle varid olmuştur: ´Âlim için herşey istiğfar eder. Hatta denizdeki balıklar bile´. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsun.Bu takdirde lanet, istiğfar ile
değiştirilir. Umulur ki ALLAH bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.

Nitekim bir rivayette şöyle buyurulmuştur;
Ey Eyyûb! İnsanlardan hiçbir kulum yoktur ki onun beraberinde iki melek bulunmasın. O kulum nimetlerime karşı şükrettiği zaman yanındaki iki melek ´Ey ALLAHım! Onun nimetini artır. Çünkü sen hamd ve şükür ehlisin´ derler. Bu bakımdan sen şükredenlere yakın ol! Benim nezdimde yüksek derece bakımından şükredenler kâfidir. Ben onların şükrüne teşekkür ederim. Meleklerim onlara dua eder. Üzerinde yaşadıkları yer onları sever. Ardında bıraktıkları onlar için ağlarlar!

Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının herbirinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?

Hz. Musa´ya (a.s) ´ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız´ (Nahl/18) ayetinin hakîkati keşfolunduğu zaman şöyle dedi: İlâhî! Sana nasıl şükredeyim? Bedenimdeki her tüyde senin iki nimetin vardır. Onun kökünü yumuşatmış, ucunu batmaz bir vaziyette yaratmışsın!´
Bir rivayette ´Yemek içmekten başka hususlarda ALLAH´ın nimetlerini bilmeyenlerin ilmi az, azapları hazırdır´ denilmiştir. Zira basiret sahibi bir kimse gözü neye ilişir, kalbine her ne gelirse, kesinlikle bilir ki orada onun için ALLAH´ın bir nimeti vardır. Bu bakımdan biz saymayı ve tafsilâtı bırakalım; zira bu mümkün olmayan birşeyi yapmaya çalışmaktır.
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı