|
|
|
|
#1 |
|
Korku´nun Hakikati
Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildir. Onlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdır. Diğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydir. Kul bunların ikisinde de sabra muhtaçtır. Kul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildir. Bu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir. Birinci Çeşit Kulun hevasına uygun olanıdır. Bu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridir. Bu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür. ´Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder´. Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: "Bela karşısında mü´min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir´ Sehl et-Tüsterî şöyle der: ´Afiyet üzerinde sabır, bela üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir´. Dünyanın kapıları ashab-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: ´Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrede-medik!´ Bunun için ALLAH Teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitne-sinden sakındırarak şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi ALLAH´ı an-maktan, alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münâfikun/9) Ey iman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının. Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki ALLAH gafûrdur (çok bağışlayandır), rahimdir (çok merhametlidir).(Tegâbün/14) Hz. Peygamber de şöyle demiştir: ´Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir´.18 Hz. Peygamber, torunu Hasan´ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu: ALLAH doğru söylemiştir: ´Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir bela ve imtihandır´. (Teğâbün/15) Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım.19 İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardır. Bu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektir. Afiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ´be dalmamak, malında ALLAH´ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktır. ALLAH´ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktır. Bu sabır, şükre bitişiktir. İleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanır. Zenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır. Hz. Ali (r.a) ´Güç yetmemek ismettendir demiştir. Hacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelir. Yemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildir. Bu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür. İkinci Çeşit İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektir. Bu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardır. Eziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi... Birinci Kısım Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdır. Bu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridir. Bunlar da iki çeşittir: A) İbadet Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtır. İbadette sabır şiddetlidir. Çünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürker. Rubûbiyyet arzusunda bulunur. Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: ´Hiçbir nefis yoktur ki Firavun´un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın´. Firavun´un arzusu şu sözüdür: Ben sizin en yüce rabbinizim!(Nâziat/32) Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib etti. Onlar da kendisine itaat ettiler. Bu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur. Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve ´Nasıl bu kusuru yapıyorsun?´ diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet eder. Madem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Namaz gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle on-dan hoşlanmaz. Zekât gibi... Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmaz. Hac ve cihad gibi... Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektir. ALLAH´a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur: 1.Birincisi ibadetten öncedir. Bu, niyetin tashihinde, ihlasta,riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedir. Bu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır.20 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Oysa kendilerine, dini yalnız ALLAH´a hâlis kılıp O´nu birleyerek ALLAH´a kulluk etmeleri emredilmişti.(Beyyine/5) Yine ALLAH Teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur: Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l) 2.İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında ALLAH´tan gafil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidir. Amelin sonuna kadar edebe riayet etmelidir. Bu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı,ameli bitirinceye kadar sabretmelidir.Bu sabır,sabrın şiddetlilerindendir. Nitekim şu ayet-i celîle´den bu mânâ kastedilmiştir: Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59) 3.Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır.Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır. Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33) Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın).(Bakara/264) Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştır. İbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlar. Kişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır. ALLAH Teâlâ bunları şu ayet-i celîle´de derlemiştir: Muhakkak ki ALLAH adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.(Nahl/90) Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir. ´Akrabalara vermek´ ise mürüvvet ve sılayı rahimdir. Bütün bunlar sabra muhtaçtır. B) Masiyetler Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardır. ALLAH Teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir: ALLAH zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor.(Nahl/90) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir. Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirler. Günahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattır. Ne zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve ALLAH´ın ordusuna karşı mücadeleye girişir. Bu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olur. Açıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi.. Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret mak-sadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi... Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektir. Bu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olur. Oysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdır. İki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabret-mek çok zordur. Oysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridir. Hatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır. İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanır. Fakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmaz. Oysa haberde şöyle vârid olmuştur: ´Gıybet, zinadan daha şiddetlidir´. Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olur. Çünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarır. Bu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordur. Günahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişir. Vesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydır. Şüphe yoktur ki insanoğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam eder. Onlara sabretmek mümkün değildir. Ancak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişir. Tıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi... Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez. İkinci Kısım Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı ol-mayan kısımdır. Fakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardır. Yani bu ´Karşılık vermemek için sabrediniz!´ demektir ve bunun için ALLAH Teâlâ, gerek kısas ve gerekse başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur: Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir.(Nahl/126) Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuştur: Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zul-meden bir kimseyi affet!22 İncil´de Hz. İsa (as) şöyle demiştir: ´Muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildi. Ben ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyiniz. Aksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir. Senin abanı alana izarını ver. Kim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!´ Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedir. Bu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendir. Çünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar. Üçüncü Kısım Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdir. Azizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi... Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendir. Nitekim İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur´an´da sabır üç vecih üzeredir: 1. ALLAH´ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektir. Bunun üçyüz derecesi vardır. derecesi vardır. 2.ALLAH´ın haramlarına karşı sabretmektir. Bunun altıyüz derecesi vardır. Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi.. Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur. Ashab-ı kirâmdan (r.a) biri şöyle demiştir: ´Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam iman olarak saymazdık´. Nitekim ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevek-kül edenler, yalnız ALLAH´a dayansınlar.(İbrahim/12) Hz. Peygamber (s.a) bir defasında bir malı taksim etti. Bunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: ´Bu taksimle ALLAH´ın rızası kasdedilmemiştir´. Bu söz Hz. Peygamber´e haber verildiğinde. Hz. Peygamber´in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: ´ALLAH kardeşim Musa´ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti´.21 Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, ALLAH´a dayan! (Ahzab/48) Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl!(Müzzemmil/10) Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını bili-yoruz. Sen rabbini hamd ile tesbih et!(Hicr/97-98) Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna-caksınız. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve ALLAH´a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir.(Âlu İmran/186) 3. İlk sadme anında musibete karşı sabretmektir. Bunun dokuz yüz derecesi vardır. Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her mü´min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir. ALLAH´tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdır. Çünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: (Ey ALLAHım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn saye-sinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23 İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır. Ebu Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruz. Acaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?´ Hz. Peygamber (s.a) ALLAH Teâlâ´nın (c.c) şöyle dediğini nakleder Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musi-bet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim.24 Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir.25 Bir musibetle karşılaştığında ´Muhakkak ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz´ (Bakara/156) ve ´Ey ALLAHım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yap. O musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver´ diyen bir müslümana ALLAH Teâlâ dileğini verir!26 Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber´in (s.a) ALLAH Teâlâ´dan şöyle naklettiğini rivayet ediyor: Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ´(Ey RABBİMiz!) sen ortaktan münezzehsin. Bizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır´, dedi. ALLAH Teâlâ (c.c) ´Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır´ dedi.27 Bir başka hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kulumu herhangi bir bela ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururum. Eğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim.28 Dâvud (as) şöyle demiştir: ´Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?´ ALLAH Teâlâ ´Onun mükâfatı, ona iman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır´. Ömer b. Abdülaziz (r.a) bir hutbesinde şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür´. Sonra da şu ayeti okumuştur: Ancak (ALLAH yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.(Zümer/10) Fudayl b. İyaz´a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi: - Sabır ALLAH´ın kazasına razı olmaktır! - Bu nasıl sabır olabilir? - Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez! Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındı. Bunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldi. Onlara şöyle sordu: ´Siz kimsiniz?´ Onlar ´Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik´ dediler. Bunun üzerine başladı onları taşlamaya. Onlar kaçtığı zaman şöyle dedi: ´Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!´ Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardı. Her saat onu çıkarır ve mütalaa ederdi. O kâğıtta şu ayet yazılıydı: Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın.(Tûr/48) Feth el-Mevsilî´nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldü. Kendisine denildi ki: ´Tırnağınız acımıyor mu?´ Kadın ´Muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı´ diye karşılık verdi. Hz. Dâvud (a.s), oğlu Süleyman´a dedi ki: Mü´min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır: a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; ALLAH Teâlâ´ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir.29 Sâlih kullardan bir zât birgün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktı. Bir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladı. Bunun üzerine şöyle dedi: Falana ALLAH o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı´. Ebu Huzeyfe´nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine ´Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?´ diyene şöyle cevap verdi: ´Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşalt. Çünkü oruçluyum. Eğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim´. İşte ALLAH´ın belasına ahiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi. Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildir. İnsan istese de istemese de mecburdur. Eğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir. Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirt-mekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olur. Bu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir. Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundur. ALLAH´ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidir. Alınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır. Ümmü Süleym de denilen Rümeysa´nın31 şöyle dediği rivayet ediliyor: Kocam Ebu Talha evde yokken oğlu vefat etti. Kalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttüm. Ebu Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladım. O başlayıp yemeğini yedi ve ´Çocuk nasıl?´ diye sordu. Ben ´ALLAH´ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadır. Hasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır´ dedim. Bunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptım. Kalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: ´Ey Ebu Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?´ Ebu Talha ´Onlara ne olmuş?´ dedi. Ben ´Bizden emanet birşey aldılar. Onlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü´ dedim. Ebu Talha ´Yaptıkları pek çirkin bir harekettir´ dedi. Bunun üzerine ben ´İşte şu senin oğlun, ALLAH´ın senin nezdindeki bir emaneti idi. Muhakkak ALLAH Teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü´ dedim. Bunun üzerine Ebu Talha ALLAH´a hamdetti ve ´İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn´ (Biz ALLAH´ın kullarıyız ve muhakkak O´na döneceğiz)´ dedi. Sabahleyin kalkarak Hz. Peygamber´e gitti ve Hz. Peygamber´e aramızdaki hâdiseyi haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey ALLAHım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle.32 Râvî der ki: ´Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördüm. Hepsi de Kur´an okuyordu´. Câbir´in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle byurmuştur: Rüyamda cennete girdim. Ebu Talha´nın hanımı Rümeysa da oradaydı.33 Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidir. Kalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülür. Bir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdır. Bu ise, insan olmanın gereğidir. Hiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz. Hz. Peygamber´in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hz. Peygamber´in gözleri yaşardı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber´e denildi ki: ´Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?´ Hz. Peygamber ´Bu merhamettir. ALLAH Teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder´ dedi. Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdır. Oysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyar. Bazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerin-den yaşlar akar. ALLAH´ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir. İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: ´ALLAH´ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, ALLAH´ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedir. Bil ki senden önce giden ancak, senindir. Senden sonra kalansa senin hakkında me´cûr olandır. Bil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!´ Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, ALLAH´ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varır. Evet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir. Şöyle denilmiştir: ´Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir´ Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir. Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildir. Kalbe gelen fısıltılar dinmez. Hâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olur. Bu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir. Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdür. Bu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste ALLAH´ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı ALLAH´ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gafil olursa zarar eder. Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştır. Eğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budur. Oysa bu da çoğu zaman olma-yacak bir durumdur. Şehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele eder. Hatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele eder. Bununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür. Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütür. Onların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranır. Bu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardır. Vesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden iba-rettir. Şehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettir. Bu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir: Şeytan ateşten yaratılmıştır. İnsan ise yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştır. Yanmış ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)te ateşle beraber çamur bir araya gelmiştir. Çamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettir. Bu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten ya-ratılmış mel´un mahluk İblis´e ALLAH Teâlâ´nın çamurdan ya-rattığı Adem´e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildi. O ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan etti. İsyanın sebebini şöyle ifade etti: Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76) Madem durum budur, o mel´un, babamız Adem´e (a.s) secde etmediği için, onun Adem´in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmez. Ne zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olur. Oysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektir. Bu da, secdenin ruhudur. Alnını yere koymak, bu ruhun alametidir. Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi... Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdır. Dolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursun. Şeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştir. Bu bakımdan kıyamete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermez. Ancak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız ALLAH ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamaz. Onun nazarında sen ALLAH´ın muhlis kullarından olursun. Öyle kullar var ki bu mel´unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır. Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetme. Şeytan hareket halindedir. İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun durumu, bardaktaki hava gibidir. Sen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursun. Aksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olur. Aynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalır. Aksi takdirde, ALLAH´tan gafil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur. Kim Rahman´ın zikrini görmezlikten gelirse biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun arkadaşı olur.(Zuhruf/36) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, boş duran gence buğzeder. Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrular. İşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürer. Çünkü şeytanın tabiatı ateştir. Ne zaman kuru bitkiler bulursa üremesi çoğalır. Ateş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam eder. Bu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidir. Nasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz. Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindir. O da nefsinin sıfatıdır. Nitekim Hallac-ı Mansur´a asılacağı sırada tasavvuf un ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ´Tasavvuf senin nefsindir. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!´ Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektir. Bâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdır. Bu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır. ALLAH Teâlâ´dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz! 18) Ebu Ya´la 19) Sünen sahipleri, (Bureyre´den) 20) Müslim, Buhârî, (Hz. Ömer´den) 21) Müslim, Buhârî (İbn Mes´ud´dan) 22) Daha önce geçmişti. 23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim 24) İbn Adîy, (Enes´ten zayıf bir senedle) 25) Müsned-i Şihab 26) Müslim, (Ümmü Seleme´den) 27) Taberânî, Evsat, (Enes´ten) 28) İmam Mâlik, Muvatta 29) İbn Ebî Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söy- lemektedir). 30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems´dir. İlk müslümanlardan biri- dir. Ashabın en çok Kur´an okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı. ´Eğer savaştan kaçarsam Kur´an´ın en kötü hâmili olayım´ demiş, sağ eli kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır. Efendisi Ebu Huzeyfe´nin yanına defnedilmesini istemiştir. 31) Ensar´dandır. Hz. Peygamber´in hizmetçisi Hz. Enes´in annesidir. Künyesiyle şöhret bulmuştur. 32) Taberânî, Kebir 33) Nesâî, Kübra 34) Adı Yessar´dır. Ebu Dâvud ve cemaat kendisinden rivayette bu- lunmuşlardır.
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Şükrün Fazileti
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd ALLAH´a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür ALLAH´a mahsustur) demek olduğunu zannederler. Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder. Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü ALLAH´a şükrettiklerini görmezsin. Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve ALLAH´a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı ALLAH´a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. ALLAH rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder.İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, ALLAH´ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar. Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: ´Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?´ Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´Dilsiz olup onbin dirhe-min olmasını ister misin?´ dedi. Adam ´Hayır!´ dedi. Basiret sahibi ´O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?´ dedi. Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: ´İster misin, biz sana Kur´an´ın En´âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?´ Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Hûd sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. O zat ´Yusuf sûresini?´ dedi. Kurra ´Hayır!´ dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: ´Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur´ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!´ Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı. İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife ´Bana nasihat et´ dedi. İbn Semmak, halifeye ´Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife ´Evet! Alırım!´ dedi. İbn Semmak ´Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?´ Halife ´Evet, vazgeçerim´ dedi. İbn Semmak ´O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!´ dedi. Böylece anlaşıldı ki ALLAH´ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, ALLAH´tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin! O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle or-taktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde... Akıl Akla gelince, ALLAH için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda ALLAH´tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. ALLAH´tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, ALLAH´a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir. Halk/Yaratılış Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman ALLAH´ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira ALLAH onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır. İlim İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki ALLAH´ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen ALLAH´ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? ALLAH onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir. İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder. Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde... Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim. ALLAH Teâlâ´nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de mü´min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur. Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir de-mektir. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir. Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz? Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, ALLAH bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, ALLAH onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66 Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, ALLAH´ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, iman, ilim, Kur´an, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için ´Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!´ buyurulmuştur. ALLAH´ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi ALLAH zengin etmez (veya etmesin).67 Bu söz ilim nimetine işarettir. Kur´an öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur.68 ALLAH kime Kur´an´ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse ALLAH´ın ayetleriyle istihza etmiş olur.69 Kur´an´la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir.70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir.71 Seleften bir zat şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki: Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum: 1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından, 2. Tedavi için doktordan, 3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten! Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir: Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın! Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hz. Peygamber´in şu sözüdür: ´Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir´. Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde ALLAH´ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona ´Bunları ilminin bedeli olarak al´ dense veya ´Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al´ dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini ahirette ALLAH´ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona ´Ahirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!´ dense, yine almaz. Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi... Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi. İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazan-makta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi ahirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise ahirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu ayeti okusun! O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz ALLAH´tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.(Nisâ/104) Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır. Soru: Bu gafil kalplerin ilâcı nedir ki ALLAH´ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar? Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, ALLAH Teâlâ´nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve ALLAH´a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı ALLAH´a emniyet nimetine karşı şükreder Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra ALLAH´a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyamet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: ´Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş´. Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça ALLAH´ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan ahiret için azık edinmektir. İşte bu gafil kalplerin ilacı, ALLAH´ın nimetlerini bilip ona şükretmektir. Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu ayeti okurdu: Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit ´RABBİM, der; ´beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım´.(Mü´minûn/99-100) Sonra kalkar ve derdi: ´Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun´. Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir.daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir. Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır! Seleften biri şöyle demiştir: ´Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın´. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´ALLAH´ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır´. Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez. (Ra´d/11) İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır. 66) Tirmizî 67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir. 68) Ebu Ya´lâ, Taberânî 69) Buhârî, Tarih . 70) Tilâvet´ul´Kur´an bölümünde geçmişti. 71) Taberânî |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|