Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 03-08-2009, 22:09   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet

Korku ve ümid´in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin ´Korku mu daha üstündür, recâ mı?´ suali yanlış bir sualdir. Tıpkı ´Ekmek mi üstündür yoksa su mu?´ diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı ´Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler´ demektir.

Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum ALLAH´ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum ALLAH´ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.

Fakat ´Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür´ te´viline binaen böyle denilebilir.

Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında ALLAH´ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.

Kim ALLAH´ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.

Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; ´Eğer mü´minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar´.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine ´Ey oğul! ALLAH´tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O´nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve ALLAH´tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O´nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün´ demiştir.

Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!´

Hz. Ömer´in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.

Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer ´Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer´in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur´ dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.

Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.

Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.

Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de...

Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.

Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.

Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe´den ´Acaba bende münafıklık var mı?´ diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe´ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice ALLAH´a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, ALLAH´a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, ALLAH´ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72

Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, ALLAH´tan korkması ile ALLAH´ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için ALLAH Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem´ederek şöyle buyurmuştur:
Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90)

Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve ALLAH´ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.

Böyle bir durum, korku değil, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kim sadece korkudan ALLAH´a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile ALLAH´a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde ALLAH´a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür´.

Mekhûl şöyle demiştir: ´Sadece korkudan ötürü ALLAH´a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle ALLAH´a kulluk yapan, Mürcie´dir. Sadece muhabbetten ötürü ALLAH´a kulluk yapan zmdık´tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü ALLAH´a ibadet eden ise muvahhiddir.73

Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve ALLAH hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!

Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir.
ALLAH´ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan ALLAH´ını sevmelidir. Çünkü ALLAH ile mülâki olmayı sevenle ALLAH da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan ALLAH´ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, ALLAH´ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; ALLAH´ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O´na döner.

Ölümle insan O´nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.

Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin ALLAH´tan, O´nun zikri, mârifeti ve O´nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da ALLAH Teâlâ´nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.

Bu bakımdan biz ALLAH Teâlâ´dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak ALLAH´ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve ALLAH sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, ALLAH´tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber´in ALLAH´ı çağırdığı dua ile dua etmektir:

Ey ALLAHım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74

Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.

Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.
Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75

ALLAH Teâlâ da bir hadîs-i kudsî´de şöyle demiştir:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76

Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna ´Ey oğul! Bana ALLAH´ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben RABBİMe hüsn-i zan ile mülâki olayım!´ dedi.

Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı.

Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret´ dedi.

Bütün bunlardan gaye; ALLAH´ı, nefsine sevdirmektir.
ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.
- Beni kullarıma sevdir!
- Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?
- Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.

Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın ALLAH´ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.

Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî´yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî ´Şimdi kurtuldum!´ diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî´nin durumunu sordu. Ona ´Dün gece vefat etti´ denildi.

72) Bezzar ve Taberânî
73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)
74) Tirmizî, (Ebu Derdâ´dan)
75) Müslim
76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-08-2009, 22:10   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler

Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki ALLAH´a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere ta-hammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak kor-kunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır´. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. ALLAH´ın zikrine koyulmak, ALLAH´ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima ALLAH´ı anmak insanı ALLAH ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve ALLAH ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur.

Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan ALLAH için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O´nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür.

Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar.

Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, ALLAH´tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri ALLAH´ın azabından, ikincisi O´nun zatından korkmaktır.

ALLAH´ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O´nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler:
ALLAH sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28)

Ey mü´minler! ALLAH´tan O´na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102)

Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak ALLAH´ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.

Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın ALLAH´ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, ALLAH´tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O´na yakın olmayı umar.

Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: ´Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!´Bu korku, âlimlerin korkusudur.

Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kullarından ancak âlimler, ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Âlimler gibi, bütün mü´minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder.

Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak ALLAH´tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi... Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar,

ALLAH (c.c) Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork´.
Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde ALLAH´ı tanıyan, ALLAH´ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis´i uzaklaştırdığını bilmiş olur. ALLAH Teâlâ´nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: ´Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem´.

Eğer kalbine ´ALLAH ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder´ düşüncesi gelirse, ALLAH Teâlâ´nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira ALLAH Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti.

Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa´yı mağlûp etti. Musa dedi ki: ´Sen o Ademsin ki ALLAH seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin´. Bunun üzerine Adem, Musa´ya şöyle dedi:
- Sen o Musasın ki ALLAH seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce ALLAH´ın Tevrat´ı yazdığını gördün?
- Kırk sene önce!
- Acaba o Tevratta ´Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı´ hükmünü gördün mü?
- Evet!
- Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce ALLAH´ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun?

Hz. Peygamber ´Adem böylece Musa´yı, delil bakımından mağlûb etti´ buyurdu.77

Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü´minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi...

Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer ALLAH´ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, ALLAH´ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer ALLAH ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer ALLAH o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben ALLAH´tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, ALLAH´tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden ALLAH´tır.78

Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. ALLAH azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza´nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu
bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır.

ALLAH´ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79

Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80

Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu:

Ey ALLAHım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81

İkinci bir rivayette ´Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun´ diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? ALLAH´a yemin ederim, ben ALLAH´ın Rasûlüyüm. Buna rağmen ALLAH´ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82

Hz. Peygamber´in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz´un´un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben ´Cennet sana mutlu olsun!´ dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir.

Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim. Ben, Osman´dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!´83

Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 ´ALLAH´a yemin ederim Hz.
Peygamber´den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali´nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı.

´Suffe´ ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için ´Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber´e hicret ederek geldin. ALLAH yolunda öldürüldün´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85

Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. ´Cennet senin için mutlu olsun!´ dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
- Şu, ALLAH namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! O benim annemdir.
Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86

Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87

Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir:
İyi bilin Hûd´un kavmi Ad, (ALLAH´ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60)

İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68)

İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95)

Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki ALLAH dileseydi insanların hiçbiri O´na ortak koşmazdı; zira ALLAH dileseydi herkese hidayet verirdi.
Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir.Vâkıa/1-3)

Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.

Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır.
Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14)

O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: ´Ah! Keşke ben toprak olaydım!´(Nebe/40)

Rahman´ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38)

Kur´ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur´an´da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi:
Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Zira ALLAH Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir:
Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67)

(Böyle yaptık) ki (ALLAH), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8)

Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31)

ALLAH´ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, ALLAH´ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99)

İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O´nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102)

Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân´a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...(Meryem/85-86)

İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71)

Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40)

Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20)

Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)

Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23)

Asr´a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi)

İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar ALLAH´ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim ALLAH´ın azabından emin olabilir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail ALLAH korkusundan ağladılar. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu:
- Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz?
- Senin azabından kim emin olabilir!

Sanki bu iki zat, ALLAH´ın gaybın âlimi (allâm´ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için ALLAH´ın ´Ben ikinizi de emin kılmışım´ sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde ALLAH´ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler.

Nitekim Hz. İbrahim mancınık´a konulduğu zaman ´ALLAH bana kâfidir´ dedi. Hz. İbrahim´in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı ´Senin bana ihtiyacın var mıdır?´ dedi. Hz. İbrahim ´Sana ihtiyacım yoktur!´ dedi.

İbrahim´in böyle söylemesi ´ALLAH bana kâfidir´ sözünü yerine getirmesi demektir.
ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ve çok vefalı İbrahim´in...(Necm/37)

Yani ´ALLAH bana kâfidir´ sözünün gereğini yerine getiren İbrahim´in...
ALLAH Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa´dan da haber vermiştir:
Dediler ki: ´RABBİMiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz´. ´Korkmayın´ dedi; ´ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm´.(Tâhâ/45-46)

Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa ALLAH´ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta ALLAH yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu:
Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen!
Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti:
Ey ALLAHım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber´e ´Kendini bu kadar harap etme! Çünkü ALLAH sana va´dettiğini yerine getirecektir´88 dedi.

Hz. Ebubekir´in makamı, ALLAH´ın va´dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber´in makamı ise, ALLAH´ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber´in makamı, Ebubekir´in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, ALLAH´ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse ALLAH´ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa´ya şöyle söylemiştir:

ALLAH demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara ´Beni ve annemi, ALLAH´tan başka iki ilah edinin´ dedin?"

Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir:
Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116)

Sonra Hz. İsa şöyle demiştir:
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118)

Hz. İsa, durumu ALLAH´ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin ALLAH´ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır?

Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını´ sözü çıkmıştır.(Secde/13)

Rabbinin ´Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım´ sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119)

Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur.

Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile ALLAH´a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü´minin kalbi, Rahman olan ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir.
Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28)

Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki ´ALLAH´ın azabından emin olmaktan sakın!´ dendiği halde o, ALLAH´ın azabından emin olur. Eğer ALLAH ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, ALLAH´ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.

Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir´ diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!´

Bir kişi şöyle demiştir: ´Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!´

Ebu Derda ´Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır´ diye yemin ederdi.

Sehl derdi ki: ´Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar´. Sıddîklar o kimselerdir ki ALLAH onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60)

Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira ALLAH´ın affı senin günahından daha büyüktür´. Karşılık olarak şunları söyledi: ´Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla ALLAH´a mülâki olmaktan korkmazdım´.

Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek ´Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!´

Arkadaşı dedi ki: ´Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?´
ALLAH´tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı.

Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar´.
Ebu Yezîd der ki: ´Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim´.

Hz. İsa ´Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz´ demiştir.
Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, ALLAH Teâlâ´ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?´ Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: ´Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!´

Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid´at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: ´Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur´.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve ´ben müslümanım´ desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89

Hadîsin başka bir lâfzında ´Söz verdiği zaman hile yaparsa´ diye varid olmuştur.
Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî ´Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır´ demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî´nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) ´Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim´ demiştir.

Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: ´Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´.

Seleften biri şöyle demiştir: ´Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir´.
Şöyle denilmiştir: ´Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır´.
Bir kişi İbn Ömer´e dedi ki:
- Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz.
- Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk!

Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman´ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe´nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe ´Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!´ dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe ´Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber´in zamanında nifak kabul ediyorduk!´ dedi.

İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur.
Huzeyfe derdi ki: ´Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar´.

İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid´at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü ´Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir´ denilmiştir.
Ariflerden biri diğerine dedi ki: ´Ben nefsim için nifaktan korkuyorum´. O da cevap olarak ´Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!´ dedi.

Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü´min kul iki korku arasındadır: ALLAH´ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile ALLAH´ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90

Yardım edici ALLAH´tır.

78)Bazı nüshalarda ´aynısı´ yerine ´gayrisi´ geçmektedir. Fakat illet ile ma´lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: ´Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih´e mutabık değildir!´ En yüce misâl ALLAH içindir. ALLAH temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224).
79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur".
(İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce)
80) ´ALLAH´a yemin olsun, içinizde en fazla ALLAH´tan korkanınız benim!´
(Müslim)
81) Taberâni
82) Müslim, (Hz. Âişe´den)
83) Buhârî, (Ümm´ül-Ulâ el-Ensârîye´den)
84) Künyesi
85)Beyhakî ve Ebu Ya´lâ.
86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den); İbn Humeyd, Ebu Ya´la
87) Tirmizî, Hâkim
88) İbn Şahin, Şerh´üs-Sünne
89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr´dan)
90) Beyhakî, Şuab
 
Alt 03-08-2009, 22:11   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabır ile Şük´rün Bir Yerde Birleşmeleri

Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, kötü sondan korkmaya dönüşür. Peki su-i hatimenin mânâsı nedir?

Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur.
Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, insanoğlu ile ALLAH arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir.

Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü ALLAH´tan çevrilirse, ALLAH ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira ALLAH´ın alev alev yanan ateşi ancak ALLAH´tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti ALLAH´a yönelen bir mü´mine ise, ateş şöyle haykırır: ´Ey mü´min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek´. Bu bakımdan ne zaman mü´minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır.

Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak imanın aslı ve ALLAH sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin imanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur.

Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden ALLAH onun azabını kıyamete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir?

Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid´atçı, ALLAH´ın nûrundan perdelenmiş, Kur´an ve iman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür.
Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.91

Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92

Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine bela indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır.

Bu bakımdan Nekir ve Münker´in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyamet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar...

Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki ALLAH´ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va´dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, imanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların´havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar.

Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir?

Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder:

Birincisi
Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid´atçı gibi; zira zâhid olan bid´atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid´at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid´attan gayem; kişinin ALLAH´ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder.

Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde ALLAH ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. ALLAH Teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)

De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri?(Kehf/103-104)

Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, ay-nen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim ALLAH´ın zatı, sıfatları ve
fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kur-tarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde ALLAH´a, Rasûlüne ve son güne iman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir.

Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, ALLAH´ın indirmiş olduğu hükümlere, ayet ve hadîslerin zâhirlerine, ALLAH´ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların ALLAH´ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm...

Yakîn nûruyla ALLAH´ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledik-leri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir.

Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. ALLAH ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin ´ilm´el-yakîn´ ve ´ayn´el yakîn´ olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur:

Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun.
Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu.

Her kim ALLAH´a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız imandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir!

Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardık-ları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse ALLAH´ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da ´kibrit-i ahmer´ gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının ALLAH´a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur.

İkincisi
İkinci sebebe gelince, o aslında imanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman iman zayıf düşerse ALLAH sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte ALLAH sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir.

Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan iman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu ALLAH´tan görür. Böylece ALLAH tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de ALLAH´tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine ALLAH´tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki imanın zâfiyeti, ALLAH sevgisinin zâfiyetini gerektirir.

Bu bakımdan kalbinde, ALLAH´ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket ALLAH´ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira ALLAH´ı ancak tanıyan bir kimse sever.

De ki: ´Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size ALLAH ve Rasûlünden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24)

Öyleyse kimin, kalben ALLAH´ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle ALLAH´ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefre-tini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi ALLAH´ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir.

Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının hu-zuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı...

Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri iman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur.

İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun imanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine ALLAH´ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve ALLAH´a karşı mahcup olur.

Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir.

Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce insanoğlunda me´lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zarure-tin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar imanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da...

Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak ALLAH´ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da ALLAH katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi...

Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi... Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır.İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir.

Bu duruma binaen ilim ALLAH´ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur.

Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi.

Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: ´Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyamet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur´.

Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz´dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak ALLAH´tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da...

Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de...

Hatta ben şeyh Ebu Ali el-Farmedî´den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu es-nada dedi ki: ´Ben şeyhim Ebu Kasım el-Kirmanî´ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: "Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için ´şöyledir´ dedin. Ben de ´Neden öyle olsun!´ diye sordum". Bunun üzerine şeyh Ebu Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: ´Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.´95

Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira insanoğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: ´Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin ALLAH´ın ibadetine sarfetmektir´.

Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette arif-lerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.

Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine an-ladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle bera-ber selâmet kalması gerçekten zordur.

Mutarrıf b. Abdillah96 şöyle demiştir: ´Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!´

Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler mü´min kulun ruhunu huzur-u ilâhî´ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki ´Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?´

Süfyan es-Sevrî birgün ağlıyordu. ´Neden ağlıyorsun?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum´.

Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa mü´minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir.

O da öyle bir düşüncedir ki Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:
Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır.
Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir.

Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: "Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara ´Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?´ diye sordum, onlar ´Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler". İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.

Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.

Şehâdet mertebesi ise, kalpte ALLAH sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgi-sinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak ALLAH´ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahi-retini satın almak ve ALLAH ile yapmış olduğu alış verişe razı ol-mak halinde o mertebeye ulaşılır.
ALLAH, mü´minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.
(Tevbe/111)

Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh´un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, ALLAH´ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. "Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip ´Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım´ deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu!

ALLAH´ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uyku-dan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, se-nin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi...

Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar ALLAH´tan gafil ol-maktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?

Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir
tehlike üzerindedirler.97

Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur ka-lan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın ALLAH´ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde...

Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.

Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez.

Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavan-ları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur!

İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, ALLAH´a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine ALLAH Teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!

Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (r.a) akıl, amel ve ALLAH´ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!

Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki ALLAH korkusundan aşağı düşer. ALLAH yaptıklarınızdan gafil değildir!(Bakara/74)

91)Tirmizî
92) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
93) Tam adı Ebu Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî´dir. Farmid, Tûs´a bağlı bir köydür. H. 377´de Tûs´.da vefat etmiştir.
94) Künyesi Ebu Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî´dir.
Horasan´a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan´dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî´nin şeyhidir, Nisbeti Ebu Yezid el-Bistâmî´nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye´nin büyük simalarındandır.
95) Bu cevaz ve vücûb şer´î değil, tarîkat âdâbındandır.
96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır.
97) Sehl et-Tüsteri´nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthaf´us-Saade, IX/243)
 
Alt 03-08-2009, 22:12   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti

Aişe (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hz. Peygamber´in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları ALLAH´ın azabının korkusundan yapıyordu.98

Hz. Peygamber Vakıa sûresinde bir ayet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A´raf/143)

Hz. Peygamber (s.a) el-Ebtah´da (bir dere) Cebrail´in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.

Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu."

Cebrail bana her geldiğinde Cebbar olan ALLAH´tan korktuğundan tir tir titriyordu!100

Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrail ile Mikâil ağlamaya başladılar. ALLAH Teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
- Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
- Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
- İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir´den şöyle rivayet ediliyor: ´Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!´

Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Cebrail´e sordu:
- Neden ben Mîkâil´i gülerken hiç görmüyorum?
- Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir.101

Deniliyor ki ALLAH Teâlâ´nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, ALLAH´ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hz. Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
- Ey Ömer´in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
- Ey ALLAH´ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
- Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer RABBİMden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ´nın mülkünü verirdi. Ey Ömer´in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: ALLAH´a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu ayet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de ALLAH besler. O semi´dir, alîm´dir!
(Ankebût/60)

Enes der ki: Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; ALLAH´ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam.102

Ebu Derdâ der ki: ´ALLAH´ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu´.

Mücahid diyor ki: Hz. Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra ´Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?´ diye seslenildi. Bunun üzerine Hz. Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra ALLAH Teâlâ, Davud´un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: "Yarab! Benim hatamı elime yazdır!´ Bu dilek üzerine, Dâvud´un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud´a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hz. Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. ALLAH´tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!´

Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hz. Dâvud´un, birgün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara ´Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!´ dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: ´Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve RABBİM bana şiddetli, katı, ALLAH´ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!´
Hz. Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı´.

Hz. Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebur´u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine ALLAH Teâlâ,ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Adem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.

Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hz. Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan birgün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman´a ´Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır´ derdi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman memlekette ´Dâvud´un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!´ diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hz. Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hz. Süleyman onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hz. Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hz. Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hz. Dâvud kıyametin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hz. Süleyman, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: ´Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.

Israiloğulları´ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu´. Bunun üzerine Hz. Dâvud duaya başlardı. Hz. Dâvud dua ederken İsrailoğulları´nın âbidlerinden
biri şöyle seslendi: ´Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin´.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.

Hz. Süleyman; Hz. Dâvud´a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: ´Kimin Dâvud´la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud´la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür´. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: ´Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey ALLAH´ın korkusu kendi-sini öldüren!´. Sonra Hz. Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: ´Ey Dâvud´un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?

Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi.Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: ´Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!´ Bunun üzerine Hz. Dâvud, ALLAH´ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları´nın arasına katılırdı.

Yezid er-Rekkaşi dedi ki: ´Hz. Dâvud birgün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi´.

Hz. Dâvud´un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsal-ları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis´e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. ´Beyt-ül Makdis´in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona ´Ey Yahya! Gel de oynayalım´ dedi-ler. Yahya onlara ´Ben oyun için yaratılmadım´ dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya´nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis´e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis´e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: ´Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım´.

Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu ´Beyt-ül Makdis´e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine ´Ey´ oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım´ dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı za-man annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem... Ben kulunum. Sen erham´ür râhimînsin´.

Babası Zekeriyya birgün kendisine şöyle dedi: ´Ey oğul! Ben ancak RABBİMden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim´. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: ´Cebrail bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir´. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: ´Ey oğul! O halde ağla!´

Hz. İsa şöyle demiştir: ´Ey havâriler topluluğu! ALLAH Teâlâ´nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebret-meyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: ´Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!´.

Şöyle denilmiştir: Hz. ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrail kendisine gelir ve şöyle derdi:
- Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: ´Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?´
- Ey Cebrail! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (ALLAH´ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar ALLAH´ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim
selerdir. Salât onlara ve ALLAH´a yakın olan her kulun üzerine ol sun! ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzar, (İbn Abbas´tan)
100) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Ebî Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd
 
Alt 03-08-2009, 22:15   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?

Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben ´Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!´ demiştir.

Ebu Zer ve Talha ´Isınlan bir ağaç olmak isterdim!´ demişlerdir.
Hz. Osman ´Öldüğüm zaman dirilmemek isterdim!´ demiştir. Hz. Aişe ´Unutulmuş olmayı isterdim!´ demiştir.

Hz. Ömer Kur´an´dan bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: ´Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı´.
Hz. Ömer´in yanağında göz yaşlarından iki siyah iz vardı. O şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´tan korkarsa öfkesini dindirmez, tüm ALLAH´tan ittika ederse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyamet olma-saydı muhakkak sizin gördüğünüzün hilâfı olacaktı!´

Hz. Ömer ´Güneş durulduğu (ve ışığı söndürüldüğü) zaman´ ayetini okuyup ´Defterler açıldığı zaman´ (Tevkir/10) ayetine varınca bayılıp düştü. Birgün başkasının evinin yanından geçti. Ev sahibi namaz kılıyor ve Tûr suresini okuyordu. Hz. Ömer durup dinledi. Kişi ´Rabbinin azabı muhakkak vukû bulacaktır. Onu geri çevirecek hiçbirşey yoktur (Tûr/7-8) ayetine gelince, merkebinden indi, duvara yaslandı. Bir zaman durduktan sonra evine dönüp bir ay hasta yattı. Halk durmadan onu ziyaret etti ve hastalığının sonucunu bilmiyorlardı.

Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu ´Ben Hz. Muhammed´in ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle ALLAH´ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, ALLAH´ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!´

Hz. Ali bunları söyledikten sonra kalkıp meclisten ayrıldı. Artık İbn Mülcem denilen adam tarafından vuruluncaya kadar güldüğü görülmedi.

İmrân b. Hüseyin der ki: ´İstiyordum ki bir kül olaydım. Şiddetli bir günde rüzgârlar beni saçıp savursaydı!´

Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (r.a) şöyle demiştir: Bir koç olup ailemin beni kesip etimi yeyip suyumu içmelerini isterdim´.

Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin´in abdest aldığı zaman, beti benzi sararırdı. Ehli kendisine ´Abdest anında sende meydana gelen bu durum nedir?´ diye sorunca, şöyle demiştir: ´Siz kimin huzurunda duracağımı biliyor musunuz?´

Musa b. Mes´ud der ki: ´Biz Süfyan es-Sevrî´nin yanına oturduğumuzda sanki ateş bizi çepeçevre sarmıştı. Bu da onun gözümüze görünen korku ve üzüntüsünden ileri geliyordu´.
Mudir el-Karî birgün ´İşte kitabınız! Aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk!´ (Câsiye/29) ayetini okuduğunda Abdülvahid b. Zeyd bayılıncaya kadar ağladı. Ayıldığında şunları haykırdı: ´Senin izzetine yemin olsun. Gücüm yettiği müddetçe artık ebediyyen sana isyan etmeyeceğim. Bu bakımdan tevfîkinle taatin üzerinde bana yardımcı ol!´

Onun yanında bir ayet okunduğu zaman gür bir çığlık atar ve birkaç gün ne yaptığını bilmez olurdu. Hatta ´Husâm´ kabilesinden bir kişi onun yanına vardı ve kendisine ´Takva sahiplerini binek üzerinde ikram ile Rahman´´ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme süreceğiz´. (Meryem/85-86) ayetini okuduğunda dedi ki: ´Ben mücrimlerde-nim, muttakîlerden değilim. Ey hafız! Bu ayeti bana ikinci bir defa okur musun?´ Bunun üzerine hafız ayeti ikinci bir defa okudu. Adamdan bir çığlık koptu ve ahirete iltihak etti.

Yahya el-Bekka´nın103 yanında "Sen onların rablerine arzedildiklerini (hesaba çekildiklerini) göreydin´ (En´âm/30) ayeti okunduğunda bir çığlık atarak bayıldı ve dört ay hasta yattı. Onu Basra´nın civarında yaşayanlar bile ziyarete geldiler.

Mâlik b. Dinar der ki: Ben Kâbe-i Muazzama ´yi ziyaret ederken ibadet eden bir cariye gördüm. Kâbe´nin örtüsüne sarılmış şöyle diyordu: ´Yarab! Nice şehvetler vardır ki lezzetleri gitti, mesuliyetleri kaldı. Yarab! Acaba ateşten başka senin vereceğin bir cezan yok mudur?´ Bunu hem söylüyor, hem ağlıyordu. Fecir doğuncaya kadar bu hale devam etti.
Mâlik dedi ki: Bunu gördüğüm zaman elimi başıma koyup çığlık kopararak şöyle dedim: ´Ey Mâlik! Annen senin matemini tutsun! (İşte bu kadından ibret al)!´

Rivayet ediliyor ki Fudayl b. Iyaz, Arefe günü, halk dua ederken, o ciğeri yanmış ve ilk evladını kaybetmiş bir anne gibi, güneş bâtıncaya kadar ağladı. Güneş battıktan sonra sakalını tutup başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: ´Eğer affetmişsen de onun (kendi nefsini kastediyor) senden duyduğu mahcubiyeti ne korkunç!´ Bunları söyledikten sonra halka katıldı.
İbn Abbas´a (r.a) korkanların hali sorulunca şöyle dedi: "Onların kalpleri, korkudan ötürü yaralıdır. Gözleri yaşlıdır. Onlar ´Biz nasıl sevinelim? Zira arkamızda ölüm vardır! derler. Kıyamet ise "bizim va´dolunduğumuz yerdir. Cehennem üzerinde yolumuz vardır. RABBİMiz olan ALLAH´ın huzurunda duracağımız yer vardır".

Hasan Basrî, katıla katıla gülen bir gencin yanından geçip onun bir kavimle beraber bir mecliste oturduğunu gördü ve şöyle dedi:
- Ey genç! Sen sırat köprüsünü geçtin mi?
- Hayır!
- Sen cennet veya cehenneme gideceğini biliyor musun?
- Hayır!
- O halde, bu gülmek nereden geliyor?
Râvî diyor ki o genç, o günden itibaren gülerken görülmedi.

Hammâd b. Abdirabbihi, oturduğu zaman bacakları üzerinde otururdu. Kendisine ´Bağdaş kurarak otursan olmaz mı?´ diye soruldu. O da ´Bağdaş kurarak oturmak, ALLAH´ın azabından emin olanın oturuşudur. Ben ise, emin değilim! Çünkü ALLAH´a isyan etmişimdir´ diye cevap verdi!

Ömer b. Abdülâziz ´ALLAH Teâlâ, bu gafleti kullarının kalbine bir rahmet-i ilâhîsi olarak bırakmıştır ki kullar, ALLAH´ın korkusundan ölmesinler´ demiştir.

Mâlik b. Dinar derdi ki: ´Ben isterdim ki öldüğüm zaman etrafımdakilere emredeyim. Beni bağlasınlar, boynuma zincirler taksınlar. Sonra kaçan kölenin efendisine götürüldüğü gibi RABBİMin huzuruna götürsünler´.

Hatem el-Esamm şöyle derdi: ´Elverişlidir diye hiçbir yere aldanma! Çünkü cennetten daha elverişli yer yoktur. Oysa Adem´in başına gelen felâket cennette geldi. İbadetin çokuğu ile aldanma! Çünkü, İblis, uzun ibadetten sonra o düçar olduğu felâkete maruz kaldı. İlminin çokluğu ile aldanma! Çünkü Bel´am b. Baura ALLAH´ın. İsmi azamini biliyordu. Buna rağmen neye uğradığını dikkatle izle! Salih kimseleri görerek mağrur olma. ALLAH katında Hz. Muhammed Mustafa´dan daha büyük dereceli bir kimse olmadığı halde, kâfir akrabalarıyla düşmanları onun mülakatından fayda görmediler´.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Muhakkak ki ben, hergün burnuma birkaç defa bakıyorum. Bunu da yüzümün kararması korkusundan yapıyorum´.

Ebu Hafs dedi ki: ´Kırk seneden beri ALLAH Teâlâ´nın bana öfke nazarıyla baktığını düşünüyorum. Benim amellerim de buna delâlet eder´.

İbn Mübârek, birgün arkadaşlarının huzuruna çıktı ve şöyle dedi: ´Ben dün akşam ALLAH´a karşı cüretkârlık yaptım. Ondan cennet istedim´.

Muhammed b. Ka´b el-Kurazî´nin annesi, oğluna dedi ki:
- Ey oğul! Ben seni küçük iken de büyük iken de iyi bilirim. Sanki sen helâk edici bir yoldasın. Gördüklerimden anladığım kadarıyla bunu da gecen ve gündüzünde yapmış
olduklarından hissediyorum.
- Anneciğim! ALLAH Teâlâ´nın, ben günah işlerken muttali olup da benden nefret ettiğini, ´izzet ve celâlime yemin ederim seni affetmeyeceğim´ dediğini işitmediğimden ben nasıl emin olabilirim?

Fudayl b. Iyaz der ki: ´Ben ne gönderilmiş bir peygamberin haline, ne de dergâh-ı izzete yakın olan bir meleğin haline ve ne de salih bir kulun haline gıpta ederim. Acaba bunlar kıyamet gününü görmeyecekler mi? Ancak ben, yaratılmamış bir kimsenin haline gıpta ediyorum´.

Rivayet ediliyor ki; Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır.104

İbn Meysere105 yatağına yattığı zaman şöyle derdi: ´Keşke annem beni doğurmasaydı´.
Bunun üzerine annesi kendisine ´Ey Meysere! ALLAH Teâlâ sana ihsân etmiştir. Seni İslâm dinine hidayet etmiştir´ dedi.
O cevap olarak ´Evet! Fakat ALLAH Teâlâ bize ateşe varacağımızı bildirdi! Ateşten çıkacağımızı ise bildirmedi´ dedi.

Ferkad b. Yakub es-Sebhî´ye şöyle soruldu: İsrailoğulları´ndan kulağına gelen en acaip şeyi bize haber verir misin?´ Cevap olarak şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, ´Beyt´ulMakdis´e beşyüz bakire kız girdi. Elbiseleri yün ve mesuh idi. Onlar ALLAH Teâlâ´nın vereceği sevap ve cezayı müzakere ettiler ve hepsi bir günde öldüler´.

Atâ es-Sülemî korkan kullardan biriydi. Hiçbir zaman ALLAH´tan cenneti istemezdi. Ancak ALLAH´tan af isterdi. Ona, hastalığında denildi ki: ´Senin canın hiçbir şey istemiyor mu?´ O dedi ki: ´Cehennem korkusu, kalbimde şehvet için yer bırakmamıştır´. Deniliyor ki: Atâ ne başını kaldırıp göğe bakmış ne de kırk sene boyunca gülmüştür. Birgün başını kaldırdı, ürktü, düştü. Karnında büyük bir kopma meydana geldi. Gecenin bir kısmında mesh olma korkusundan bedenini yokluyordu. Onlara bir rüzgâr veya bir şimşek veya bir yiyecek kıtlığı isabet ettiği zaman derdi ki: ´Bu musibet, benden dolayı, halka isabet etmiştir!´
Derdi ki: ´Eğer Atâ (yani kendisi) ölseydi halk rahata kavuşurdu´.

Atâ der ki: Utbet´ül Gulâm ile beraber yola çıktık. İçimizde ihtiyar ve gençler vardı. Bunlar yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı. Uzun zaman ayakta kaldıklarından dolayı ayakları şişti. Gözleri çukurlaştı. Derileri kemiklerine yapıştı. Damarları tambur teli gibi kaldılar. Derileri kavun kabukları gibi olduğu halde sabahlarlardı. Sanki mezardan çıkmışlardı. ALLAH´ın itaat eden kullarına nasıl ikrâm ettiğini, âsî kullarını nasıl perişan ettiğini anlatırlardı. Yürüdükleri sırada, onlardan biri bir yerden geçerken bayılarak düştü ve arkadaşları etrafında toplanıp ağlaştılar. Şiddetli soğuğa rağmen alnından ter dökülüyordu!

Arkadaşları su getirip onun yüzünü sildiler. O, gözlerini açınca arkadaşları durumunu sordular. Dedi ki: ´Ben ALLAH´a fiilen isyan ettiğimi hatırladım da ondan böyle oldum!´

Salih el-Murrî der ki: Âbid kişilerden birinin yanında "Yüzleri ateşin içinde "Vah bize! Keşke ALLAH´a itaat etseydik! Peygamber´e itaat etseydik´ diyeceklerdir". (Ahzab/66)
ayetini okuduğumda o kişi bayıldı. Ayıldıktan sonra ´Ey salih! Bana biraz daha okur musun? Ben kalbimde üzüntü görüyorum´ dedi. Bu dilek üzerine şu ayeti okudum:
Oradan (o) gamdan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine ´Haydi tadın yangın azabını!´ denir.(Hacc/22)

Bunun üzerine ölerek yere düştü.
Zurare b. Ebî Evfa106 cemaatin önünde sabah namazınıkıldırırken ´O sûr´a üfürüldüğü zaman...´ (Müddesir/8) ayetiniokurken vefat etti.

Yezîd er-Rakkaşî, Ömer b. Abdülâziz´in huzuruna girdi. Halife dedi ki:
- Ey Yezidî Bana nasihat et!
- Ey mü´minlerin emîri! Sen ilk ölecek halife değilsin!
Bunun üzerine Halife ağladı ve dedi ki:
- Daha fazlasını söyle!
- Ey mü´minlerin emîri! Seninle Adem arasında ölmeyen hiçbir baba yoktur.
- Fazlasını söyle, ya Yezid!
- Ey mü´minlerin emîri! Seninle cennet ve cehennem arasında bir konak yoktur. (İkisinden biridir konağın). Bunun üzerine, halife baygın olarak yere düştü.

Meymun b. Mehram der ki: ´Şüphesiz ki cehennem onların hepsinin buluşma yeridir´ (Hicr/43) ayeti nazil olduğu zaman, Selmân-ı Fârisî (r.a) bir çığlık atarak elini başına koydu, çıkıp üç gün kaçtı. Bir türlü onu zaptedemediler.

Davud et-Tâî, çocuğunun mezarı başında ağlayan ve şunları söyleyen bir kadını gördü: ´Ey oğul! Keşke bilseydim. Kurtlar önce hangi yanağından başladılar?´ Bunu duyan Dâvud, bağırıp yere yığılı verdi.

Süfyan es-Sevrî hastalandı. Onun bevli zimmî bir doktora göste-rildi. Doktor ´Bu bevlin sahibi, korkudan ciğeri parçalanan bir kimsedir!´ dedi. Sonra gelip Süfyan´ın nabzını ölçtü. Sonra ´Ben hanifler (bâtıldan hakka yönelen) içerisinde böyle birini daha görmüş değilim´ dedi.

Ahmed b. Hanbel (r.a) der ki: "ALLAH Teâlâ´dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı. Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: ´Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!´ Böylece kalbim sükûnete kavuştu".

Abdullah b. Amr b. el-Âs der ki: ´Ağlayın! Eğer ağlamanız gelmiyorsa, ağlar görünün! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz ilmi bilseydi sesi kesilinceye kadar bağırırdı. Beli kırılıncaya kadar namaz kılardı´..

Sanki o şu hadîsin mânasına işaret etti: ´Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız´,

el-Anberî dedi ki: Muhaddisler Fudayl b. İyaz´ın kapısında toplandılar. Ağladığı ve mübarek sakalı titrediği halde pencereden başını çıkarıp onlara baktı ve şöyle nasihat etti: ´Kur´an´dan ayrılmayın! Namazdan ayrılmayın! Rahmet olasıcalar, bu zaman, hadîs zamanı değildir. Bu zaman ancak ağlamak, sızlamak, ALLAH´a karşı zillet göstermek, boğulmakta olan bir kimsenin duası gibi dua etmek zamanıdır. Bu zamanda ancak dilini koru, mekânını hafîfleştir, kalbini tedavi ettir. Bildiğini al, bilmediğini bırak´.

Fudayl b. İyaz birgün yürürken görüldü ve kendisine ´Nereye gidiyorsun?´diye sorulunca Bilmiyorum!´ dedi. Korkudan, sersemleyerek yürüyordu.

Zerr b. Ömer, babası Ömer b. Zürare´ye107 dedi ki:
- Şu kelâmcıların durumu nedir ki konuşurlar.Hiçbiri ağlamaz. Sen konuştuğun zaman her taraftan ağlamak sesi geliyor.
- Ey oğul! İlk çocuğu ölen matemci kadın, para ile tutulan ağıtçı kadın gibi değildir!´.
Hikâye olunuyor ki bir kavim, ağlayan bir âbidi durdurup şöyle sordular:
- Rahmet olasıca! Seni ağlatan nedir?
- Beni ağlatan, korkan kimselerin kalplerinde hissettikleri bir çıbandır.
- O çıban nedir?
- O çıban, ALLAH´ın huzuruna arzolunmak için çağırılmamkorkusudur!

el-Havvas108 ağlayarak münâcâtındâ şöyle yalvarırdı: ´Kocadım, hizmetinden bedenim zayıf düştü. Beni âzâd eyle!´

Salih b. Bişr el-Murrî der ki: Bir ara, İbn Semmak bize misafir geldi. Dedi ki: ´Abidlerinizin acaipliklerinden bana birşey göster´. Onu, kamıştan yapılmış kulübeciğinde oturan bir kişiye götürdüm. Girmek için izin istedim. Baktık ki kişi selek örüyor, kişiye şu ayeti okudum:

Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüleneceklerdir; kaynar suda... Sonra da ateşte yakılacaklardır.(Mü´min/71-72)

Ayeti dinleyen kişi bir çığlık kopardı ve bayılarak yere serildi. Onun yanından çıkıp onu o halde bıraktık. Başkasının yanına girdik. Aynı ayeti okudum. O da bir çığlık attı ve baygın olarak yere serildi. Biz gidip üçüncü bir kişinin huzuruna girmek için izin istedik. O ´Eğer bizi RABBİMizden meşgul etmeyecekseniz, giriniz!´ dedi. Ona şu ayeti okudum:
Ve onlardan sonra sizi o yurda yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir.(İbrahim/14)

Ayeti dinleyen kişi bağırdı. Burun deliklerinden kan fışkırdı. Kan kesilinceye kadar, o kanın içinde kıvrandı. Biz onu da öylece bırakıp çıktık. Havvas´ı altı kişinin yanına götürdüm. Hepsinin yanından çıkıp onları baygın halde bırakıyorduk. Sonra onu yedin-cinin yanına götürdüm. İzin istedik, kulübenin içinden bir kadın ´Giriniz!´ dedi. İçeri girdik. Namazgâhının üzerinde oturan bir pîr-i fânî vardı. Ona selâm verdik. Bizim selâmımızı hissetmedi. Ben yüksek bir sesle ´İyi bilin ki halk için yarın bir makam vardır´ dedim. Bunun üzerine ihtiyar ´Rahmet olasıca! O makam kimin huzurundadır?´ dedi. Sonra o ihtiyar ağzı açık, şaşkın bir vaziyette donakaldı. Gözlerini yükseklere dikmiş, sesli bir şekilde çağırıyordu. Zayıf bir sesi vardı ´Eyvah! Eyvah!´ diyordu. Sesi kesilinceye kadar devam etti. Kadını bize dedi ki: ´Çıkınız! Artık bu saatte ondan fayda göremezsiniz!´

Sonra o kimselerin durumunu sordum. İşittim ki üç tanesi ayılmış, üçü de ölüp rabbine varmıştır. O ihtiyar ise, üç gün şaşkın ve hayretler içeresinde o halde kalmış, farz namazları bile edâ edememiş, üç günden sonra aklı başına gelmiştir.

Yezid b. Esved109 Abdallardandı. Hiçbir zaman gülmeyeceğine, yatarak uyumayacağına, yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etti. Bu yemin üzerinde iken güldüğü, uzanarak yattığı ve yağlı yemek yediği görülmedi. Ölünceye kadar bu durumda devam etti.

Haccac-ı Zâlim, Said b. Cübeyr´e dedi ki: ´Kulağıma geldiğine göre sen hiç gülmezmişsin?´ Said ´Ben nasıl güleyim? Cehennem alevlendirilmiş, zincirler hazırlanmış, zebaniler de hazır beklemektedir´ dedi.
Bir kişi Hasan Basrî´ye hitaben dedi ki:
- Ey Ebu Said! Nasıl sabahladın?
- Hayırla sabahladım!
- Halin nasıldır?
- Hâlimi benden soruyorsun. Gemiye biinip denizin ortasına varan, orada gemileri parçalanan ve her biri geminin bir tahtasına sarılan insanların halini ne sanıyorsun?
- Onlar çok tehlikeli bir haldedirler.
- İşte benim hâlim onların halinden daha tehlikelidir.

Ömer b. Abdülâziz´in bir cariyesi huzuruna vardı. Kendisine selâm verdi. Sonra efendisinin evinde bulunan mescide girip iki rek´at namaz kıldı. Uyku galebe çalıp uyuyakaldı. Uykusunda ağladı. Sonra uyandı ve şöyle dedi:
- Ey mü´minlerin emîri! Yemin olsun, ben acaip birşey gördüm.
- Ne gördün?
- Cehennemi gördüm.Ehlinin üzerine alev dalgaları,saçıyordu. Sonra köprü getirildi. Ateş üzerine kuruldu.
- Devam et!
- Abdülmelik b. Mervan getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı, o cehenneme yuvarlandı.
- Devam et!
- Sonra Velid b. Abdülmelik getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı ve o da cehenneme doğru yuvarlandı.
- Devam et! Sonra Süleyman b. Abdülmelik getirildi. O da köprünün üzerinde az bir müddet yürüdükten sonra köprü onu kaydırdı. O da cehenneme düştü.
- Devam et!
- Sonra sen getirildin. ALLAH´a yemin ederim ki ey mü´minlerin emîri...

(Cariye bunu söyler söylemez) Ömer (r.a) bir çığlık koprarak bayılıp yere serildi. Cariye kalkıp onun kulağına şunları haykırdı: ´Ey mü´minlerin emîri! Seni gördüm. VALLAHi kurtuldun. Seni gördüm. VALLAHi kurtuldun´.

Ravi der ki: Cariye çağırıyordu. Ömer ise, korkusundan bağırıp ayaklarını yere vuruyordu.
Hikâye olunuyor ki Üveys el-Karanî kıssacının yanına gidip onu dinleyip ağlıyordu. Ateşi zikrettiği zaman, Üveys, çığlık attıktan sonra koşarak giderdi. Halk arkasına düşüp ´deli, deli´ derlerdi.

Muaz b. Cebel (r.a) şöyle der: ´Mü´min bir kimse cehennem köprüsünü arkasında bırakmadıkça korkusu dinmez´. Tavus için yatak serilir o da uzanırdı, sonra buğday tanelerinin saçta zıpladıkları gibi zıplardı. Sonra kalkıp yatağı toplar, kıbleye yönelir, sabaha kadar ibâdete devam eder ve şöyle derdi: ´Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu kaçırmıştır´.
Hasan Basrî şöyle demiştir: Bir kişi bin sene sonra cehennemden çıkacaktır. Keşke o kişi ben olaydım´.

O bu sözü, ebediyyen cehennemde kalmak ve son nefeste imansız gitmek korkusundan söylüyordu.
Rivayet ediliyor ki Hasan Basrî kırk sene gülmemiştir.

Ravî der ki: Ben onu oturarak gördüğüm zaman sanki boynu vurulmak için getirilmiş bir köle, bir esir gibiydi. Konuştuğu zaman sanki ahireti görüyormuş gibi onun hallerinden haber veriyordu. Sustuğu zaman sanki ateş gözleri arasında kızıştırılmıştı. Şiddetli üzüntü ve korkusundan dolayı kınandı. Bunun üzerine şöyle dedi: "ALLAH Teâlâ´nın bende hoşuna gitmeyen birtakım hallere muttali olup benden nefret edip ´Ey Hasan git! seni affetmiyorum´ demeyeceğinden kim beni emin edebilir? Ben, garantisiz bir şekilde amel ediyorum".
İbn Semmak der ki: Birgün bir mecliste vaaz ettim. Oradan bir genç ayağa kalkıp şöyle dedi:
- Ey Ebu Abbas! Bugün bir kelime ile vaazettin ki biz ondan başkasını dinlemeseydik perva etmezdik.
- Rahmet olasıca! O kelime ne idi?
- O kelime senin ´ya cennette veya cehennemde uzun bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etti´ sözüdür.
Bunu söyledikten sonra yanımdan ayrıldı. Onu başka bir mecliste aradım, göremedim. Halini sordum. Bana hasta yattığını söylediler. Onu ziyaret etmek üzere yanına vardım kendisine şöyle sordum.
- Ey kardeşim! Senin hastalığın nedir?
- Ey Ebu Abbas! Bu hastalık senin ´Cennet veya cehennemde uzunca bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etmiştir´ sözünden geliyor.
Sonra vefat etti. Kendisini rüyamda gördüm ve şöyle sordum:
- Kardeşim, ALLAH Teâlâ sana nasıl bir muamele yaptı?
- Beni affetti. Bana rahmet etti ve cennete mazhar kıldı.
- Ne ile ALLAH Teâlâ seni cennete müstahak kıldı?
- O, meşhur kelime ile!

İşte bunlar, peygamberlerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker. Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket meydana getirmez. ALLAH´tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!

ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda veriyorsa...
Acaipliklerdendir ki biz dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, ALLAH Teâlâ´nın bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak oturmuyoruz. ´Yarab! Bize rızık ver´ demiyoruz. Sonra gözerimizi mukim ve daim olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle ´Ey ALLAHım! Bizi affet, bize rahmet et! ALLAH o ALLAH´tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz´ demekle iktifa ediyoruz. O zaman ALLAH Teâlâ bizi çağırarak şöyle der:
Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. (Necm/39)

Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) ALLAH´ın affına güvendirmek) suretiyle sizi aldatmasın.(Fâtır/5)

Ey insan! Kerîm olan rabbına karşı seni aldatan ne?(İnfitar/6)

Sonra bütün bunlar bizi uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer ALLAH Teâlâ, nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O´ndan dileğimiz kalplerimizin gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!

ALLAH Teâlâ´dan minnet ve faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz. Korkanların hallerini hikâye etmek hususunda verdiğimiz misallerle iktifa edelim. Çünkü bu dürten olan az birşey kabiliyetli kalpte yerleşip, tesir etmeye yeterlidir. Gafil kalbin üzerine denizler akıtılsa yine fayda vermez!

İsa b. Mâlik el-Hevlânî´nin sözünü ettiği rahib, rahiblerin hayırlılarındandır. Şunları söylemekle doğru söylemiştir: İsa, rahibin Beytül-Makdis´in kapısında hayran hayran ve mahzun ola-rak durduğunu görür. Nerdeyse rahib fazla ağlamaktan ötürü göz yaşlarını silemeyecek durumdaydı, İsa b. Mâlik dedi ki: Onu gördüğüm zaman görünüşü beni korkuttu ve dedim ki:
- Ey rahib! Bana ezberleyeceğim bir nasihat yap!
- Kardeşim! Ne ile sana nasihat edeyim? Eğer gücün yetiyorsa yırtıcı hayvanların ve zehirli haşeratın, kıskaca aldıkları bir kişinin yerinde olma! O kişi gaflete dalarsa yırtıcı hayvanların kendisini parçalamasından korkar! Bu kişinin kalbi ürkek ve kor kar bir vaziyettedir. Mağrur olanlar emin olurlarsa da o kişinin bütün gecesi korku içindedir. Tenbel olanlar sevinirlerse de o kişi bütün gün üzüntü içindedir.
Rahib bunları söyledikten sonra arkasını çevirip beni terketti. Dedim ki:
- Keşke bana daha fazlasını söyleseydin, belki bana fayda verirdi.
- Susamış bir kimseye az su da kifayet eder.

Rahib doğru söylemiştir. Çünkü saf olan kalp, az bir korku ile harekete geçer. Taşlaşmış kalpten ise, bütün nasihatlar kayar. Rahibin yırtıcı hayvanlar ve zehirli haşerat tarafından çepeçevre sarılmış takdirinin farazî olduğunun zannedilmesi uygun değildir. Aksine bu hakikattir; zira eğer sen basiret nuruyla iç âlemini görseydin onu yırtıcı ve zehirli hayvanların her çeşidiyle öfke, şehvet, hıkd, hased, kibir, ucub, riya ve benzerleri ile dopdolu görürdün. Oysa bu yırtıcılar durmadan seni parçalar, ciğerini sökerler, eğer bir an onlardan gafil kalırsan sana öldürücü darbeler indirirler. Ancak senin gözün onları görmekten perdelidir. Ne zaman ki perde kalkarsa ve kabrine konulursan, o yırtıcıları gö-rürsün. Hem de sûretler ve mânâlarına uygun şekillerine bürünerek sana görünürler. Akrep ve yılanları gözünle göreceksin! Kabrinde etrafını çepeçevre sarmışlardır. Oysa onlar senin şimdiki vasıfların niteliklerindir. Senin için onların sûretleri keşfolunmuştur. Eğer onları öldürmek ve yoketmek istiyorsan ki ölümden önce buna kudretin vardır derhal yap! Aksi takdirde kendini onların ısırması ve sokması için hazırla! Bedenine değil, kalbinin tam ortasına zehirlerini akıtacaklardır. Vesselâm!

103) Künyesi Yalıya b. Müslim veya İbn Süleym olan bu zat Basralıdır. H. 130´da vefat etmiştir.
104) İbn Ebî Dünya
105) Adı Amr b. Şurahbil olan bu zat Kûfelidir.
106) Kendisi Basra´nın kadısıydı. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
107) Tam adı Zer b. Ömer b. Zürare el-Hemedanî el-Kûfî´dir.
108) Ebu İshak İbrahim b. Ahmed el-Havvas
109) Doğrusu Esved b. Yezid´dir. Kays en-Nehaî´nin oğludur. Kûfelidir. Bu zatın yaptığı İslâmî bakımdan bir vecibe değildir. Belki zühddür. İsteyen yapar, istemeyen yapmaz; zira nimetlerden nefsin azmayacağı şekilde istifade etmek caizdir.
 
Alt 03-08-2009, 22:18   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Fakr ve Zühd Konusuna Giriş

Fakirlik şahsın muhtaç olduğu şeyin yokluğundan ibarettir. İhtiyaç olmayan şeyin yokluğuna ise fakirlik denilmez. Eğer ihtiyaç olan şey var ve gücü yettiği şekilde ise, ona muhtaç olan kişi fakir sayılmaz. Bu hakikati anladığın zaman, ALLAH´tan başka her varlığın fakir olduğunda şüphen kalmaz, çünkü her varlık, ikinci durumda, varlığının devamına muhtaçtır. Varlığının devamı ise, ALLAH´ın faziletinden kaynaklanır. Eğer varlık âleminde varlığı başkasından istifade edilmiyen bir var varsa işte o mutlak mânâda zengindir. Böyle bir varın varlığı ancak bir zat için düşünülebilir. Bu bakımdan varlık âleminde bir zenginden başkası yoktur. O´ndan başka olan herkes O´na muhtaçtır. Devamlı olarak O´nun cömertliğinden imdat beklerler. Bu hasr´a. (ancak ile ifade edilen kaide ve cümle) şu ayet-i celîle ile işaret edilmiştir:
ALLAH zengindir, sizler fakirsiniz. (Muhammed/38)

Bu mânâ, mutlak fakirliğin mânâsıdır. Fakat biz burada mutlak fakirliğin beyanını kasdetmiyoruz. Özel olarak mal fakirliğinden bahsediyoruz. Aksi takdirde kulun, ihtiyaçlarının sınıflarına göre fakirliği, kaide altına alınmayacak kadar çoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları sayılamayacak kadar çoktur. Mal ile vardığı hedefler onun ihtiyaçlarının bir kısmıdır. İşte biz şimdilik, sadece bu son ihtiyacın beyanını yapmak istiyoruz. Bu bakımdan her mal kaybedene kaybettiği mala göre eğer kaybedilen mal, onun için bir ihtiyaç ise- ´Fakir´ adı veriyoruz. Sonra fakirlik anında onda beş halin olması gerekir. Biz bu halleri ayırır ve her hale bir isim tahsis ederiz ki bu ayırım sayesinde onların hükümlerini belirtebilelim:

Birinci Hâl
Hâllerin en yücesi olan bu hâl, kişinin malı olduğunda maldan hoşlanmayıp eziyet çekecek durumda olmasıdır. Malı almaktan kaçacak, ondan nefret edecek, onun şerrinden ve meşguliyetinden sakınacak durumda olmasıdır. Bu durum zühd, bu durumda olanın ismi de zahid´dir.

İkinci Hâl
Kişi öyle bir durumdadır ki malın varlığıyla sevinecek şekilde malı istemediği gibi, eziyet çekecek şekilde maldan nefret de etmez. Eğer mal kendisine gelirse, zâhidlik de göstermez. Bu halin sahibine razı denir.

Üçüncü Hâl
Malın varlığının yokluğundan daha fazla hoşuna gitmesidir. Mala rağbeti vardır. Fakat kalkıp da malı talep edecek kadar rağbeti kabarmamıştır. Eğer mal saf ve helâl olarak kendisine gelirse, alır ve onunla sevinir. Eğer kazanmak için yorulmaya muhtaç olursa, onunla meşgul olmaz. Bu halin sahibine kanî (kanaatkâr) adı verilir; zira bu kimse malı talep etmeyi terkedecek kadar, var olanla nefsini ikna etmiştir. Buna rağmen kendisinde zayıf bir rağbet de vardır.

Dördüncü Hâl
Malı talep etmeyi terketmesinin acizliğinden kaynaklan-masıdır. Eğer acizliği olmasaydı malı edinmeye rağbet gösterirdi. Öyle bir rağbet ki yorgunlukla olsa dahi, malın talebine yol bulduğu takdirde, çekinmeden talep eder veya talep etmekle meşgul olurdu. Bu halin sahibine harıs adını veriyoruz.

beşinci Hâl
Kaybettiği mala, ekmeği kaybeden aç, elbiseyi kaybeden çıplak gibi muhtaç oluşudur. Bu halin sahibine muztar adı verilir. Artık bunun mal talebindeki rağbeti nasıl olursa olsun, ister zayıf, ister kuvvetli bulunsun vardır. Çünkü böyle bir halin rağbetten uzak bulunması az görülür. İşte bunlar beş haldir. En yüceleri zahidliktir. Izdırara zahidlik de eklenirse ileride de bahsi geleceği gibi zâhidlik derecelerinin en yücesidir. Bu beş halin ötesinde zâhidlikten daha yüce olan bir hâl vardır ki o da kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğunun bir olmasıdır. Eğer malı bulursa, onunla sevinmez ve eziyet duymaz. Eğer bulmazsa yine böyledir. Bunun hali, Hz. Âişe´nin hali gibidir; zira Hz. Âişe´ye Beytülmal´daki hakkından yüzbin dirhem geldi. Onu aldı, aynı günde fakirlere dağıttı. Cariyesinin ´Sen bugün dağıttığın paralardan bir dirhemle bize et aldırıp etle iftar etmemizi sağlayamaz miydin?´ demesi üzerine Hz. Âişe ´Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım!´ demiştir.

Hali bu olan bir kimse, eğer bütün dünya elinde ve dünya hazineleri onun olsa, ona zarar vermez; zira o, malları kendisinin değil, ALLAH´ın hazinesinden görür. Kendi elinde veya başkasının elinde olması arasında fark görmez. Bu halin sahibine müstağni demek uygundur. Çünkü o hem malın yokluğundan, hem de varlığından müstağnidir. Bu isimden öyle bir mânâ anlaşılmalı ki hem ALLAH´a verilen mutlak ganî, hem de malı çok olan kullara verilen zengin adından ayrılsın; zira malı çok olan kul, malıyla sevindiği takdirde o malın elinde olmasına muhtaç bir fakirdir. O, ancak malın eline geçmesinden dolayı zengindir. Elinde durmasından dolayı değil! Bu bakımdan o, bir de kalacağından ve elinden çıkacağından ötürü müstağnidir; zira bu şahıs, malın bu-lunmasıyla eziyet duymaz ki onun elinden çıkmasına muhtaç olsun. Onunla sevinmez ki onun devamlılığına ihtiyacı olsun. Onu kaybetmemiş ki eline geçmesine ihtiyaç duysun. Bu bakımdan bu-nun zenginliği mutlak zenginliğe daha yatkındır. O halde o, ALLAH Teâlâ´nın vasfı olan müstağniliğe öbüründen daha yakındır. Ancak kulun ALLAH´a yakınlığı, mekân yakınlığı değil, sıfatların yakınlığıdır. Fakat biz bu halin sahibine ganî (zengin) demeyiz, müstağni deriz ki zenginlik, mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan ALLAH´a isim olarak kalsın. Bu kul ise varlıkla yokluk yönünden, her ne kadar, maldan müstağni ise de maldan başka olan birçok şeyden müstağni değildir. Kalbini süsleyen zenginliğinin bâki kalması için ALLAH´ın tevfîkini talep etmekten müstağni değildir; zira mal sevgisiyle bağlı bulunan kalp köledir. Maldan müstağni olan kalp ise hürdür. O kalbi kölelikten âzâd eden ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan o şahıs, bu âzadlılığın devamına muhtaçtır. Kalpler, sık sık hürriyet ile kölelik arasında evrilip çevrilmektedir. Çünkü kalpler, Rahman´ın kudret parmak-larından ikisi arasındadır. Bu sırra binaen ´Mutlak zenginlik´ ismi, bu kemâlle beraber kişiye ancak mecazen verilir.

Zâhidlik bir derecedir. O da Ebrar´ın kemâlidir. Bu halin sahibi Mukarrebîn´dendir. Şüphe yoktur ki zâhidlik bunun hakkında ek-sikliktir; zira ebrarın iyilikleri mukarrebler için kötülük sayılır. Bunun hikmeti de şudur: Dünyadan nefret eden, tıpkı dünyaya rağbet gösterenin dünya ile meşgul olduğu gibi dünya ile meşguldür... ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmak ALLAH´tan perdelenmektir; zira seninle ALLAH arasında uzaklık yoktur ki perde ol-sun. Çünkü ALLAH sana şah damarından daha yakındır! ALLAH bir mekânda değildir ki gökler ve yer seninle O´nun arasında perde olsun. Bu bakımdan seninle O´nun arasında perde, ancak ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmandır. Kendi nefsin ve şehvetlerinle meşgul olman, ALLAH´tan başkasıyla meşgul olmaktır. Oysa sen durmadan nefsinle ve onun şehvetleriyle meşgulsün.

Bu bakımdan devamlı ALLAH´tan perdelisin. Öyleyse nefsinin sevgisiyle meşgul olan bir kimse, ALLAH Teâlâ´dan yüz çe-virmiştir. Nefsinin buğzuyla meşgul olan da ALLAH´tan uzaktır.

ALLAH´tan başka herşeyin misâli, aşık ile mâşuku bir araya getiren bir mecliste hazır olan râkibin misâlidir. Eğer âşıkın kalbi râkibe iltifat ederse, onun nefretiyle onu sakil telâkki edip oradaki huzu-runun kerahetiyle meşgul olursa aşık, kalbini onun buğzuyla meşgul ettiği halde mâşukun müşahedesiyle alması gereken lezzetten kalbini çevirmiş demektir.

Eğer aşk onun bütün vaktini almış olsaydı o, mâşukun hazır bulunduğu bir yerde, aşkta mâşuka şirk koşmazdı ve bu sevgide bir eksiklik ise, tıpkı onun gibi sevgiliden başkasına buğzettiğinden dolayı bakmak da bir tür aşkta şirk ve eksikliktir. Fakat biri diğerinden biraz daha hafiftir. Kemâl, kalbin ne buğz, ne de sevgi yönünden sevgiliden başkasına iltifat etmemesidir; zira nasıl ki kalpte bir halde iki sevgi bir araya gelmiyorsa, aynen onun gibi, bir halde sevgi ile buğz da bir araya gelemez. Dünyadan nefret etmekle meşgul olan, sevgisiyle meşgul olan gibi, ALLAH´tan gafildir. Ancak sevgisiyle meşgul olan gafildir ve gafleti içerisinde uzaklaşma yolunda yürümektedir. Nefretle meşgul olan ise gafildir. Fakat gafleti içerisinde ALLAH´a yakınlaşma yolunu tâkip etmektedir; zira bu kimse için sonunda bu gafletin kalkması, yerini şuhûda bırakması umulur. Bu bakımdan bu şahıs için kemal derecesi beklenilir. Çünkü dünyanın nefreti, ALLAH´a götüren bir binektir.

O halde seven ile buğzeden, iki yoldan hacca giden iki yolcu gibidir. Bu yolcuların ikisi de deveye binmek devenin yemiyle, deveyi yürütmek ile meşguldürler. Fakat biri, Kâbe´ye yönelip de Kâbe´nin tam ters istikametinde gidiyor. Bu iki gafil, bu hale nisbeten eşittirler. Her ikisi de Kâbe´den perdeli olmak ve onu unutmak durumunda eşittirler. Fakat Kâbe´ye yönelip gidenin hali, sırtını çevirip gidenin haline nisbeten daha övülür bir haldir. Zira bu kimsenin Kâbe´ye varması umulur. Fakat Kâbe´nin içinde itikâfta bulunan bir kim-senin haline nisbeten övülmez. Bu bakımdan dünyadan nefret etmenin, esasında hedef ve maksut olduğunu sanman uygun değildir. Dünya, insanı ALLAH´tan alıkoyar. ALLAH´a varmak ancak engeli geçmekle olur.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Dünya hakkında zâhidlik edip sadece zâhidlik vasfıyla iktifa eden, onunla meşgul olan bir kimse gibi acele istirahat istemektedir. Oysa ahireti temin etmekle meşgul olması gerekir´. Bu bakımdan ahiret yolunun sülûku zâhidlik vasfının ötesindedir. Nitekim hac yolunun sülûkunun, hacca mâni olan alacaklının hakkını vermenin ötesinde olduğu gibi...

Madem ki durum budur, dünyada zâhidlik, eğer dün-yanın varlık ve yokluğundaki rağbeti hedef ediniyorsa kemâlin zirvesidir. Eğer onunla dünyanın yokluğundaki rağbet kastediliyorsa, bu takdirde, razı, kanî ve haris´in derecelerine göre kemâl sayılır. Müstağni´nin derecesine göre eksikliktir. Mal hakkındaki kemâl derecesi, mal ile suyun senin nezdinde eşit olmasıdır. Denizin kenarında olan suyun ne bolluğunun ne de azlığının zarurî miktar hariç sana sıkıntı vermediği gibi, sıkıntı vermemesidir. Bununla beraber mal, insanın muhtaç olduğu bir şeydir.

Nitekim suya da ihtiyacı vardır! Oysa kalbin bol sudan kaçmak veya bol suya buğzetmekle meşgul olmaz. Aksine ´İhtiyaç kadar ondan içer ve ihtiyaç kadar ondan ALLAH´ın kullarına içiririm. Hiç kimseyi ondan cimrilik yaparak mahrum etmem!´ dersin. İşte mal da senin için aynen bunun gibi olmalıdır. Zira ekmek ile su, ihtiyaç husu

kuvvetli kimse zayıfların derecesine indiğini göstermek için maldan kaçtığını belirtmiş olur ki zayıflar da malı terketmek hususunda kendisine uysunlar; zira eğer zayıflar mal edinmekte ona uyarlarsa helâk olurlar! Nitekim afsunlu bir kimse, çocuklarının yanında yılandan korkuyormuş gibi yapar. Oysa bu kaçışı, yılanı tutmaktan korktuğu için değildir.

Fakat çocukların yanında yılanı tutarsa, çocukların da ona bakarak yılanı gördüklerinde tutmaya çalışarak helâk olacaklarını bildiği için böyle davranır Zayıfların adımlarına adımlarını uydurmak, peygamberler, velîler ve âlimler için zarurîdir. Bu bakımdan mertebelerin altı olduğu ve o mertebe-lerin en yücesinin de müstağnî´nin, sonra zâhid´in, sonra râzî, sonra kanî, sonra haris ve sonra muztarr´ın mertebesi olduğu anlaşıldı.
Muztarr hakkında zühd, rıza ve kanaat tasavvur edilebilir. Onun derecesi, hallerin değişmesi nisbetinde değişir. Fakir ismi bu beş mertebeye ıtlak olunur.

Müstağnî´ye fakir demeye gelince, bu mânâyla fakir denmez. Eğer fakir denirse başka bir mânâ ile denir. O mânâ da kendisinin bütün işlerde, hassaten mal hususunda ALLAH´a muhtaç olduğunu bilmesidir. Bu bakımdan müstağnî ´ye fakir ismini vermek, tıpkı nefsini kul olarak bilen ve kulluğunu ikrar eden bir kimseye ´el-Abd´ ismini vermek gibidir; zira böyle bir kimseye ´el-Abd´ ismini vermek, gafillere vermekten daha evlâdır. Her ne kadar ´el-Abd´ ismi, bütün halka ıtlak olunan umumî bir isim ise de durum yine de böyledir.

İşte bunun gibi fakir ismi de umumî bir isimdir. Kim nefsini ALLAH´a muhtaç kabul ederse, ona fakir ismini vermek, başkasına vermekten daha haklı olur. Bu bakımdan fakir ismi bu iki mânâ arasında müşterek bir isimdir.

Bu iştirâk ve ortaklığı bildiğin zaman, Hz. Peygamber´in (s.a) ´Fakirlikten sana sığınıyorum´,2 ´Fakirlik neredeyse küfür olacaktı!´3 hadîsleriyle ´Beni miskin (fakir) olarak yaşat! Beni miskin olarak öldür´4 hadîs-i şerîfi arasında çelişki olmadığını anlarsın. Zira Hz. Peygamber, yukarıdaki hadîs-i şeriflerde, muztarr ve muhtacın fakirliğinden
ALLAH´a sığınmış, ALLAH´a karşı meskenet (fakirlik) ve zilleti ikrar etmek ve ALLAH´a muhtaç olmaktan ibaret olan fakirliği de duasında ALLAH´tan talep etmiştir. ALLAH´ın salât ve selâmı hem onun, hem de yerin ve göğün ehlinden seçilmiş kulların üzerine olsun!

2) Taberânî
3) Beyhâkî ve İbn Adîy
4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said´den)
 
Alt 03-08-2009, 22:19   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Birinci Bölüm

Ebu Derdâ (r.a) dedi ki: ´İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker´.

Hz. Ömer, Said b. Âmir´e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm´da bir hâdise mi oldu?´ diye sordu. Said ´Ondan daha şiddetlisi oldu!´ deyip şöyle devam etti: ´Eskimiş entarini bana getir!´ Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum:

Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır.30

Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1.Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse.31

Bir fakir Süfyan es-Sevrî´nin meclisine vardı. Süfyan ona ´Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!´ dedi. Süfyan es-Sevrî´nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyan, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!

el-Müemmil32 dedi ki: ´Süfyan es-Sevrî´nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim´.

Hukemadan biri şöyle demiştir:´Fakir olan âdemoğlu, fakirlikten korktuğu kadar ateşten korksaydı ikisinden birden kurtulurdu. Eğer zenginliğe rağbet ettiği gibi cennete rağbet etseydi ikisini birden elde ederdi. Eğer zâhirde ALLAH´ın mahlûklarından korktuğu kadar bâtında ALLAH´tan korksaydı dünya ve ahiret saadetine ererdi´

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Lokman (a.s) oğluna ´Hiç kimseyi elbisesinin eskiliğinden ötürü tahkir etme! Muhakkak ki seninle onun rabbi birdir´ dedi.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Fakirleri sevmek, peygamberlerin ahlâkındandır. Onların meclisinde oturmayı tercih etmek, sa-lihlerin alâmetindendir. Onların sohbetinden kaçmak mü-nafıkların alâmetindendir!´

Haberlerde, daha önce indirilen kitablardan alındığına göre, ALLAH Teâlâ peygamberlerinden birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Senden nefret edip seni gözümden düşürmemden sakın! Bu takdirde dünyayı oluk halinde üzerine akıtırım.

Hz. Âişe, bir günde yüzbin dirhem dağıtıyordu. Bu parayı Muaviye, İbn Amr ve başka idareciler kendisine gönderirlerdi. Oysa sırtındaki entarisi yamalıydı. Cariyesi ´Keşke bize bu para-dan bir dirhemlik et alıp da oEbu Derdâ (r.a) dedi ki: ´İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker´.

Hz. Ömer, Said b. Âmir´e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm´da bir hâdise mi oldu?´ diye sordu. Said ´Ondan daha şiddetlisi oldu!´ deyip şöyle devam etti: ´Eskimiş entarini bana getir!´ Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır.30
Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1.Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse.31

Bir fakir Süfyan es-Sevrî´nin meclisine vardı. Süfyan ona ´Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!´ dedi.
Süfyanı es-Sevrî´nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyan, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!
el-Müemmil32 dedi ki: ´Süfyan es-Sevrî´nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim´.

Hukemadan biri şöyle demiştirnunla iftar etmiş olsaydık´ deyince, oruçlu bulunan Hz. Aişe de şöyle dedi: ´Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım´.
Hz. Peygamber, Âişe´ye nasihat ederek şöyle buyurmuştur:

Eğer bana iltihak etmeyi istiyorsan fakirlerin hayatından ayrılma! Zenginlerle beraber oturmaktan kaçın. Sırtındaki entariyi yamalamadıkça çıkarma!33

Bir kişi İbrahim b. Edhem´e onbin dirhem getirdi. İbrahim kabul etmedi, kişi ısrar etti. İbrahim ona ´Sen ister misin ki onbin dirhemle ismimi fakirlerin defterinden sildirteyim. Hiçbir zaman o parayı kabul etmem´ dedi,

30) İmam Ahmed
31) Ebu Şeyh, Sevab, (Ebu Said´den)
32) Adı el-Müemmil b. İsmail el-Basrî, künyesi Ebu Abdurrahman´dır.
 
Alt 03-08-2009, 22:20   #8
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Mutlak Fakr´ın Fazileti

Hamd o ALLAH´a mahsustur ki kumlar O´nu tesbih eder, gölgeler O´na secde ederler. O´nun heybetinden dağlar paramparça olur. İnsanı yapışkan çamur ile kuvvetli balçıktan yarattı. Şeklini en güzel sûrette süslendirdi. Boyunu posunu güzel biçimde yaptı. Kalbini hidayet nûruyla dalâletin bataklıklarından korudu. Sabah akşam hizmet kapısını çalmaya kendisine izin verdi. Sonra hizmetinde muhlis olanın basiretini ibret nûruyla sürmeledi ki ziyasıyla celâlin huzurunu görsün.

Dolayısıyla doğduğu andan itibaren her güzeli çirkin bırakan kemâl ve güzellik ona göründü. O´nu müşahedesinden ve kapısından uzaklaştıran herşey ona ağır geldi. Dünyanın görünür tarafı ona, kırıtan kendisini beğenen bir kadının sûretinde göründü. İç tarafı ise, ona beli kamburlaşmış ve yüzü buruşmuş, zillet çamurunda yoğrulmuş, azabın kalıbına dö-külmüş bir acûze kadın gibi göründü. Hile ve sihrin incelikleriyle sır ve çirkinliklerini gizlemek için elbiselerine ağlarını kurmuştur. Onları hilenin çeşitleriyle avlar. Sonra visal va´dine sadece muhalefet etmekle kalmaz, onları zincir ve halkalarla bağlar. Belâ ve azap çeşitlerini onlara tattırır. Arif kişilere, onun çirkin sır ve fiilleri göründüğünde onu sevmeyen bir kimenin zühdüyle onda zâhid oldular. Servetlerle böbürlenmeyi terkettiler. Bütün gayretleriyle celâlin huzuruna yönelip o huzurun kesilmez visaline bel bağladılar. Fena ve zevâle mâruz kalmayan ebedî bir müşâhedeye güvendiler!

Salât ve (selâm) peygamberlerin, Efendimiz Muhammed´in ve hayırlı olan âlinin üzerine olsun!
Muhakkak ki dünya ALLAH´ın düşmanıdır. Sapıtanlar onun sapıtmasıyla, kayanlar onun hilesiyle kaymışlardır. Onun sevgisi bütün hataların başıdır. Ondan nefret etmek ibâdetlerin esası ve ALLAH´a yaklaştırıcı hareketlerin temelidir. Onun vasfıyla ilgili olan hususları sonuna kadar izah ettik.

Mühlikât bölümününDünyanın Zemmi bahsinde onu sevmenin kötülüğünü be-lirtmiştik. Şimdi de ondan nefret etmenin faziletini, onun hakkında zâhidliğin faziletini zikredeceğiz. Çünkü bu durum, Münciyât´ın başıdır. Öyle ise kurtuluş ancak dünyadan uzaklaşmaya bağlıdır. Fakat dünyayı bırakmak, ya dünyanın kuldan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma fakirlik denir veya kulun dünyadan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma da zühd denir. Bunların her birinin saadete ulaşmakta tesiri, kurtuluşta nasibi vardır. Şimdi fakirlik ve zühd´ün hakîkatini, derecelerini, kısımlarını, şart ve hükümlerini zikredelim. Bu bölümün birinci kısmında fakr´ı, ikinci kısmında zühd´ü zikredeceğiz.
 
Alt 03-08-2009, 22:20   #9
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Bir rivayette şöyle vârid olmuştur: ´Kullar, dinleri için dünyalarından eksik olana aldırmadıkça ´Lâ ilâhe illALLAH´ demeleri ALLAH´ın gazabını onlardan uzaklaştırır!´
Başka bir lâfızda ´Dünyalarının kârını dinlerine tercih etmedikçe´ şeklinde vârid olmuştur.
Hem bunu yaptıkları, hem de ´Lâ ilâhe illALLAH´ dedikleri zaman ALLAH Teâlâ onlara ´Yalan söylüyorsunuz! Bu kelimeyi doğrulukla söylemiyorsunuz!´ karşılığını verir.

Ashabın biri şöyle demiştir: ´Bütün amelleri tedkik ettik. Ahiret işinde dünyadaki zühdden daha verimli bir amele tesadüf etmedik´.
Ashabtan biri tâbiînin büyüklerine hitab ederek şöyle demiştir:
- Siz amel ve gayretiniz bakımından Hz. Peygamber´in as-habından daha çok görünüyorsunuz. Fakat onlar sizden daha hayırlı idiler.

- Bu neden böyle idi?
- Onlar, dünya hakkında sizden daha zâhid idiler!
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Dünyadaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır´.

Bilâl b. Sa´d95 şöyle demiştir: ´Şu durum, günah bakımından, insan için yeter de artar. ALLAH Teâlâ bizi dünya hakkında zâhid kılıyor. Oysa biz gittikçe dünyaya dalıyoruz´.
Bir kişi Süfyan es-Sevrî´ye ´Ben zâhid bir âlimi görmek istiyorum´ deyince, Süfyan ´Rahmet olasıca! O, bulunmaz bir kayıptır!´dedi.

Vehb b. Münebbih dedi ki: ´Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet ehli oraya gittikleri zaman kapıcılar şöyle haykırırlar: ´RABBİMizin izzetine yemin olsun! Dünyada zâhid ve cennete aşık olanlardan önce buraya kimse giremez!´

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ´dan üç haslet istiyorum
a) Öleceğim zaman tereke olarak mülkümde bir kuruş paranın bulunmamasını,
b) Boynumda bir kuruş borcum olmamasını,
c) Kemiğimin üzerinde bir çiğnem et bulunmamasını...

Yusuf b. Esbat´ın bütün bu istekleri ALLAH tarafından kendisine verildi.
Rivayet ediliyor ki Abbasî halîfelerinden biri fakîhlere çeşitli hediyeler gönderdi. Onlar kabul ettiler. Fudayl´ın çocukları babalarına ´Bütün fakîhler halifenin hediyesini kabul ettikleri halde sen bu fakirliğine rağmen hediye kabul etmiyorsun!´ deyince, Fudayl b. İyaz ağlayarak şöyle dedi: ´Benimle sizin misaliniz, tıpkı bir öküzü olup onunla nadas eden, kocadığı zamanda kesip deri-sinden faydalanan bir kavmin misâline benzer. Sizler de böylesiniz. Beni, kocadığım için kesmek istiyorsunuz. Ey aile efradım!

Açlıktan ölmeniz, sizin için Fudayl´ı kesmenizden daha hayırlıdır´.
Ubeyd b. Umeyr der ki: ´Hz. İsa (a.s) yünden yapılmış bir elbise giyer, ağaç yapraklarını yerdi. Ölecek bir evladı, harap olacak bir evi olmadığı için yarına da birşey bırakmadı. Nerede akşam olsa orada yatıyordu.

Ebû Hâzım´ın hanımı kendisine ´İşte kış mevsimi geldi! Yiyecek, giyecek ve yatacak lâzımdır´. Bunun üzerine, Ebu Hâzım, hanımına ´Evet! Bütün bunlar lâzımdır. Fakat (unutma) ölüm için hazırlanmak da lâzımdır. Ölümden sonra dirilmek, ondan sonra ALLAH´ın mahkemesinde muhakeme olmak, ondan sonra ya cennet veya cehennem için de tedbir almak lâzımdır´ dedi.

Hasan Basrî´ye ´Elbiselerini sık sık niçin yıkamıyorsun?´ denildiğinde ´Daha acil işlerim var da ondan!´ cevabını vermiştir

İbrahim b. Edhem der ki: Kalplerimiz üç perde ile perdelenmiştir. Bu perdeler kalbin önünden kalkmadıkça kul için yakîn keşfolunmaz:
1. Var olan servetle sevinmek,
2. Yok olduğundan dolayı üzülmek,
3. Övülmeye sevinmek.

Bu bakımdan mevcuda sevindiğin zaman harîs olursun. Yok olandan ötürü mahzun olduğunda ALLAH´ın kaderine küsmüş olursun. Kadere küsen ise, azap görür. Övülünce sevindiğinde nefsini beğenmiş olursun. Oysa nefsi beğenmek ve kibire kapılmak ameli yakıp kül eder.

İbn Mes´ud (r.a) der ki: ´Kalbi zâhid olanın iki rek´at namazı, onun için, ALLAH nezdinde zâhid olmadığı halde dünyanın sonuna kadar var kuvvetiyle ibâdet eden âbidlerin ibâdetinden daha hayırlıdır!´

Seleften biri şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ´nın bizden uzaklaştırdığı şeyler hakkındaki nimeti, bize tevcih ettiği şeylerdeki nimetinden daha fazladır´.
Sanki bu zat, Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin mânâsına bakarak bu sözü söylemiştir:

ALLAH, mü´min kulunu o kul dünyayı sevdiği halde dünyadan, sizin hastanızı koruduğunuz gibi korur.

Bu anlaşıldığı zaman, insanı sıhhate götüren perhizde, hastalığı meydana getiren şeyden daha büyük bir nimet olduğu bilinir.

Süfyan es-Sevrî der ki: ´Dünya doğruluk evi değil, eğrilik evidir. Sevinç değil üzüntü evidir. Dünyayı tanıyan bir kimse ne onun genişliğine sevinir, ne de sıkıntısına üzülür.
Sehl et-Tüsterî şöyle dedi: İbâdet eden bir kimsenin ibâdeti dört şeyden kalbini tasfiye etmedikçe, hâlis olmaz: Açlık, Çıplaklık, Fakirlik ve Zillet´.
Hasan Basrî der ki:

Ben bir kavme (Ashâb-ı kirâm) yetiştim. Bir çoklarıyla ar-kadaşlık yaptım. Dünya onlara yöneldiği zaman hiç sevinmezlerdi. Sırt çevirip gittiği zaman da hiç üzülmezlerdi. Yemin olsun, dünya onların gözünde topraktan daha kıymetsizdi. Onlar elli, altmış sene yaşadığı halde, katlanmış bir elbiseleri, kaynamış bir çanakları bile yoktu. Yattıkları zaman onlarla toprak arasında bir örtü de yoktu. Evindekilere hiçbir zaman yemek yapmayı emretmezlerdi. Gece olduğunda ayakta el pençe divan dururlardı. Yüzlerini toprağa koyar, gözyaşları yanaklarından akardı. Kölelik zincirinden âzad etmesini rablerinden dilerdi. İyilik yaptıkları zaman, bunun şükrünü edâ ederler, ALLAH´tan kabul etmesini isterlerdi.

Kötülük yaptıkları zaman da üzülür, ALLAH´tan affetmesini talep ederlerdi. Onlar bu hal üzere devam ettiler. ALLAH´a yemin olsun, onlar bile günahtan kurtulamadılar. Ancak ALLAH´ın mağfireti ile kurtuldular.
ALLAH´ın rahmeti onların üzerine olsun ve rızası onlarla beraber bulunsun!

94) Taberânî, Hâkim
95) Adı İbn Temîm el-Ensari veya el-Kindî´dir. Künyesi Ebu Amr ed-Dimeşkî olan bu zat, faziletli bir âbid idi. Hişam´ın hilâfeti döneminde vefat etmiştir.
 
Alt 03-08-2009, 22:26   #10
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Zühd´ün Hakîkati

Kim zengin olmasına rağmen dilenirse o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın!
Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir.

ALLAH´ın zenginliği ile ALLAH´tan başka şeylerden müstağni olun!62

ALLAH´ın zenginliği nedir?´ denince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!´

Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63

Başka bir lâfızda ´Kırk dirhem´ diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır.

Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev... Bundan fazlası hesaptır!64

Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, mik-tarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur.
Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır.

Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır.

Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır:
Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır.
İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır.
Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır.

Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki ´Elli dirhem´le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır): Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur!

Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, ALLAH ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel et-melidir. Eğer ahiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin ALLAH katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa ALLAH Teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir.
O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun.(Âlu İmran/175)

Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va´dediyor.(Bakara/268)

Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve ALLAH´ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir.ALLAH´tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz.

62) Ebu Dâvud ve İbn Hibban
63) İbn Adîy
64) Tirmizî
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı