|
![]() |
#1 |
![]() Rıza´nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi
Hevâya ve belânın çeşitlerine muhalefet edene sabır´dan başka, yapacağı birşey yoktur. Rıza düşünülemez diyenin sözü ise ancak muhabbeti inkâr etme cihetinden geliyor. ALLAH´ı sevmeyi düşünmek ve himmeti tamamen bu hususa sarfetmek sabit olduğunda sevgi, habibin fiillerine rıza göstermeyi gerektirir. Bu ise iki yönden olur: Bir O yönlerin biri, elemi hissettirmeyi iptal etmesidir. Öyle ki yara aldığı halde yine de elemi hissetmez. Bunun misali savaşan kişidir. Bu kişi öfke veya korku halindedir. Bu durumda yara alır ve hissetmez. Ancak kanı gördüğünde yarası olduğunu farkeder. Bazen işe giden bir kimsenin ayağına diken batar da kalbi meşgul olduğundan dolayı elemini hissetmez. Aksine hacamat yapan veyahut başını körleşmiş bir demir ile traş eden kimse ondan elem duyar. Eğer kalbi mühim şeylerle meşgul ise berber ve haccam vazifesini yaparlarken hissetmez. Bütün bunlar, kalp, işlerin biriyle tam mânâsıyla dolu bulunduğu zaman ve o işi yerine getirmekle meşgul olup başkasını idrâk etmediği için olur. Mâşukunun müşahedesi veya sevgisiyle sarhoş olan bir aşık da böyledir. Elem verici veya üzücü birşey ona isabet ettiğinde, sevgi onun kalbini kapsadığından isabet eden üzüntü ve elemi duymaz. Bu ancak dosttan başkasından kendisine isabet ettiği zaman böyledir. Acaba dostundan kendisine isabet ederse durum nasıldır? Kalbin muhabbet ve aşk ile meşguliyeti, meşguliyetlerin en büyüklerindendir. Bu durum hafif bir sevgiden ötürü azıcık bir elemde düşünüldüğüne göre büyük bir sevgi ile büyük bir elemde elbette düşünülür. Çünkü sevginin de elemin de kat kat olması düşünüldüğü gibi, kuvvetin de katmerli olması düşünülür. Nasıl ki gözle idrâk edilen güzel suretlerin sevgisi kuvvetlenirse basiret nûruyla idrâk ve gizli suretlerin sevgisi de kuvvetlenir. ALLAH Teâlâ´nın cemâl ve celâline gelince ona hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemez. Bu bakımdan bir kimseye ondan birşey keşf olunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılır. Kendisine dokunandan haberi bile olmaz! Rivayet ediliyor ki Feth el-Mevsilî nin hanımı düştü ve tırnağı ikiye yarıldı ve gülmeye başladı. Kendisine ´Sen acıyı hissetmiyor musun?´ diye soruldu. Dedi ki: ´Bu musibetin sevabının lezzeti, eleminin acılığını kalbimden sildi!´ Sehl et-Tüsterî´nin bedeninde bir hastalık vardı. Aynı hastalığa müptelâ olanları tedavi eder, fakat kendini tedavi etmezdi. Bu hususta kendisine sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ´Ey dost! Dostun vuruşu acıtmaz!´ İki İkinci vecih, elemi hissetmesi ve acıyı idrâk etmesidir. Fakat buna rağmen eleme rıza göstermesidir. Her ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu ister. Tıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi... Bu kimse bunun elemini idrâk eder. Fakat buna razı olur. Üstelik de kan alana minnettar olur. İşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budur. Kâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çeker. Fakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştir. Onu bu zorluğa razı kılmıştır. Ne zaman ki ALLAH tarafından ona bir bela isabet eder ve o da bu bela ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olur. Hatta belayı ister, sever ve beladan ötürü ALLAH´a şükreder. Bu durum eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledir. Yani sevgi ona galebe çalar. Muhibbin nasibi, mahbubunun murad ve rızasındadır, Bunun ötesinde değildir. Bu bakımdan bu kimse için dostun kastı ve rızası mahbub ve matlubdur. Bu söylediklerimizin örnekleri gözle görülen halk sevgisinde mevcuttur. Nazım ve nesirlerde bu durum vasıflandırılmıştır. Bunun mânâsı; ancak zâhir suretlerin güzelliğini gözle mülahaza etmektir. Eğer yalnızca güzelliğe bakılırsa, muhakkak güzellik, deri, et ve kandan ibarettir. İçi pis-liklerle doludur. Başlangıcı necis bir damla menidendir. Sonu da müteaffin bir cîfedir. O güzel başlangıç ile sonuç arasında pisliği taşır. Eğer kişi güzelliği idrâk edene bakarsa... O da hasis bir gözdür. Öyle bir göz ki gördüklerinde çoğu kez yanılır. Küçüğü büyük, büyüğü küçük görür! Uzağı yakın, çirkini güzel görür. Bu bakımdan bu sevginin yayılması düşünüldüğünde ezelî ve ebedî güzelliğin sevgisi hakkında bu nasıl muhal olabilir? Öyle ezelî bir güzellik ki onun kemâline son yoktur. O basiret gözüyle idrâk olu-nur. Öyle basiret gözü ki yanılmaz ve ölüme mahkum olmaz. Ölümden sonra ALLAH´ın katında dipdiri olarak kalır. ALLAH´ın verdiği rızıkla sevinir. Ölümle, uyanma ve keşfetmeyi elde eder. Bu, ibret gözüyle bakış yönünden apaçık bir durumdur. Buna varlık şehadet eder. Muhiblerin hal ve sözleri de şahidlik yapar. Şakîk-i Belhî şöyle demiştir: ´Kim şiddetin sevabını (hakkıyla görürse) şiddetten kaçmayı istemez!´ Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle anlatıyor: Sırrî es-Sekatî´ye ´Muhib bir kimse belanın elemini hisseder mi?´ diye sordum. ´Hayır!´ dedi. ´Kılıçla vurulsa dahi böyle mi?´ dedim. ´Evet! Kılıçla yetmiş darbe aynı noktaya üst üste vurulsa yine de hissetmez´ dedi. Biri şöyle demiştir: ´Onun sevgisinden ötürü her şeyi sevdim. Hatta o ateşi sevseydi ateşe girmeyi bile severdim!´ Bişr b. Hâris şöyle anlatıyor: Bağdadin doğusunda yüz sopa yediği halde konuşmayan ve hapse götürülen bir kişinin yanından geçtim. Arkasına takılıp kendisine şöyle sordum: - Neden dövüldün? - Aşığım da ondan... - Neden sustun? - Çünkü mâşuğum karşımda durmuş bana bakıyordu! - Ya en büyük mâşuka baksaydın (halin ne olurdu)? Bunun üzerine bir çığlık atıp ölü olarak yere yığıldı. Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Cennet ehli ALLAH´a baktıklarında gözleri ALLAH´a bakmanın zevkinden ötürü kalplerine dalar ve içlerine siner, ancak sekiz yüz sene sonra onlar yerine döner. O halde, cemâl ve celâlin arasına düşen, celâlini mülâhaza ettikleri zaman korkan, cemâlini düşündükleri zaman şaşıran kalpler hakkındaki düşüncen nedir?´ Bişr el-Hafî dedi ki: ´Abadan´a gittim. Âmâ, cüzzamlı, mecnun, sâr´aya tutulmuş, karıncaların üzerine üşüşüp ve etini yedikleri bir kişi gördüm. Onun başını yerden kaldırıp eteğime koydum. Durmadan kendisine fısıldıyordum. Ayıldığımda dedi ki: ´Şu benimle RABBİMin arasına giren adam kimdir? Eğer RABBİM beni parça parça kesse O´na daha çok yaklaşırım´. Bişr der ki: ´Bu hâdiseden sonra kul ile rabbi arasında herhangi bir musibet gördümse o musibeti hor telâkki etmedim´. Ebu Amr Muhammed b. Eş´as dedi ki: ´Mısır ehlinin dört ay müddetle gıdaları ancak Hz. Yusufun (a.s) yüzüne bakmaktı. Acıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardı. Onun güzelliği, onları açlık elemini hissetmekten alıkoyardı. (Bu hadise kıtlık zamanında cereyan etmiştir)´. Kur´an´da, Ebu Amr Muhammed´in söylediğinden daha beliği vardır. Bu da kadınlar Hz. Yusuf´un (a.s) güzelliğini seyretmeye o kadar dalmışlardı ki ellerini bıçaklarla paramparça ettiler ve bunu hissetmediler. Said b. Yahya şöyle anlatıyor: Basra´da Ata b. Müslim´in yanında bir genç gördüm. Elinde bir hançer vardı. Halk etrafını sardığı halde yüksek sesle bağırıyor ve şöyle diyordu: Ayrılık günü kıyametten daha uzundur. Ölüm, ayrılığın eleminden daha güzeldir. Dediler: Göç! Ben dedim ki: Göç etmem! Fakat göç eden benim yüreğimdir. Bu şiiri okuduktan sonra hançer ile karnını deşti ve ölü olarak düştü.69 Onun durumunu ve kim olduğunu sordum. Bana denildi ki: ´O meliklerden birinin bir kölesini seviyormuş. O köleyi ondan ayırmışlar´. Rivayet ediliyor ki Hz. Yunus (a.s) Cebrâil´e şöyle dedi: ´Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?´ Cebrâil (a.s) ona eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdi. Yunus ona, kulak verdiğinde şöyle dediğini işitti: ´Yârab! Onların ikisiyle benî istediğin kadar lezzetlendirdin. Yine senin istediğin kadar benden onları aldın. Senin hakkındaki benim emelimi bende bıraktın. Ey Birr! (İyilik yapan) Ey Vesûl´ Abdullah b. Ömer´in oğlu hastalandı. Oğlu için üzüntüsü oldukça şiddetlendi. Hatta bazı kimseler dediler ki: ´Eğer çocuğun başına birşey gelirse bu ihtiyarın başına da birşey gelmesinden korkuyoruz´. Bundan sonra çocuk öldü. İbn Ömer, cenazesine iştirak etti. Hiç kimse ondan daha mesrur değildi. Kendisine bu hâlinden sorulduğunda şöyle demiştir: ´Eski üzüntüm onun için bir rahmetti. ALLAH´ın emri vâki olduğunda ona razı oldum!´ Mesruk dedi ki: "Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu. Birgün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Salih bir kimse dedi ki: ´Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır´. Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için de üzüldüler. Salih kişi ´Bu daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra köpek felâkete uğradı kişi ´Bilakis daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra bir sabah uyanıp baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlar. Bunun üzerine o salih insan ´Etrafınızdaki insanların esir edilmeleri onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır bu üç hayvanın helâk olmasında idi´ dedi. Durum bu olunca ALLAH´ın gizli lütfûnu bilen bir kimse her durumda O´nun fiiline razı olur. Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken şöyle dediğini duydu: ´Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan ALLAH´a hamd olsun!´ Bu söz üzerine İsa (a.s) ona ´Ey kişi! Acaba senden hangi bela uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!´ dedi. Kişi ´Ey Ruhullah! Ben ALLAH Teâlâ´nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım´ dedi. Bunun üzerine İsa (a.s) ona ´Sen doğru söyledin. Elini bana uzat!´ dedi. Kişi elini uzattı. İsa´nın (a.s) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdi. ALLAH Teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi İsa´nın dokunmasıyla ortadan kaldırdı. Böylece o, İsa´ya arkadaş oldu ve onunla beraber ALLAH´a kulluk yapmaya devam etti. Urve b. Zübeyr´in (r.a) ayağında çıkan bir hastalıktan ötürü ayağı dizinden kesildi. Sonra dedi ki: ´Benden bir ayağımı alan ALLAH´a hamd olsun. İzzetine yemin ederim, eğer sen almışsan ge-ride bıraktığın da yeter. Eğer sen bela vermişsen muhakkak afiyet verdiğin de vardır´. Sonra Urve virdlerini bırakmayıp normal gecelerde olduğu gibi okudu. İbn Mes´ud şöyle demektedir: ´Fakirlik ve zenginlik iki binektir. Hangisine bindiğimi pek önemsemiyorum. Eğer bindiğim fakirlik ise, onun içinde sabır vardır. Eğer zenginlik ise, onun içinde (ALLAH yolunda) vermek vardır!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Ben rıza makamı hariç, her makamdan bir hâle vâsıl oldum. Rıza makamının ancak kokusunu kokladım. Buna nedenle bütün insanları cennete, beni ateşe soksa razı olurum!´. Başka bir ârife şöyle denildi: ´Sen ondan razı olmanın zirvesine nail oldun mu?´ Cevap olarak dedi ki: ´Zirveye varamadım! Fakat rıza makamına vardım. Eğer beni cehennem üzerinde bir köprü yapsa mahluklar üzerime basa basa cennete gitseler, sonra cehennemi yeminini yerine getirmek için benimle doldursa ve bütün mahluklarının bedeli olarak beni cehenneme atsa O´nun hükmünden dolayı bunu severim. O´nun taksimi dolayısıyla buna razı olurum´. İşte bu söz, sevginin bütün himmetini kapsadığını ve kendisini ateş elemini hissetmekten bile alıkoyduğunu bilen bir kimsenin sözüdür. Eğer bu kimsede bir his kalmışsa mahbubunun kendisini ateşe atmakla razı olacağını sezmiş olmasından hâsıl olan lezzetinin varlığı o hissi de ortadan kaldırır. Böyle bir halin insanoğlunu istila etmesi muhal değildir. Her ne kadar bizim gibi zayıfların hallerinden uzak ise de esasında uzak değildir. Fakat mahrum olan zayıfın kuvvetlilerin hallerini inkâr etmesi uygun değildir. Mahrum olan zayıf zanneder ki kendisinin aciz olduğu her halden ALLAH´ın velî kulları da acizdir. Ruzbarî70 diyor ki: "Ebu Abdullah b. Celâ ed-Dimeşkî´ye71 şöyle sordum: Filanın ´Ben isterdim ki bedenim makaslarla paramparça edilsin. Tek bu insanlar ALLAH´a itaat etsin´ sözünün mânâsı nedir?´ Ebu Abdullah bana ´Ey kişi! Eğer bu söz tâzim ve iclâl yolundan geliyorsa mânâsını bilmiyorum. Eğer halka nasihat ve şefkat yolundan geliyorsa biliyorum´ dedikten sonra bayılıp yere düştü´. İmran b. Husayn, karın hastalığına mübtela olup otuz sene gibi uzun bir zaman sırt üstü yattı. Ne kalkabilir, ne de oturabilirdi. Kendisine hurma lifinden yapılmış bir sedirde delik açıldı. İhtiyacını oradan görürdü. Bir ara Mutarrıf b. Abdillah ve kardeşi Ulâ onu ziyarete geldiler. Mutarrıf onun bu halini görünce ağladı. Mutarrıf´a şöyle sordu: - Neden ağlıyorsun? - Seni bu dehşetli halde gördüğümden dolayı! - Ağlama! Çünkü ALLAH´ın katında en sevimli olan şey benim katımda da en sevimli olur! Sana birşey söyleyeceğim. Umulur ki ALLAH seni onunla faydalandırır. Fakat ben ölünceye kadar kimseye ifşa etme. Melekler beni ziyaret ediyorlar. Onlarla ünsiyet edi yorum. Bana selâm veriyorlar. Selâmlarını duyuyorum. Bununla İmran´a bildirilmiştir ki bu bela ALLAH´ın bir cezası değildir; çünkü bu bela bu büyük nimetin sebebi olmuştur. Bu bakımdan belasında bu durumu müşahede eden bir kimse nasıl belaya razı olmaz? Yine bu zat diyor ki: Süveyd b. Mus´abe´nin ziyaretine gitmiştik. Yere atılmış bir elbise gördük. Onun altında birşeyin olduğunu sanmıyorduk. Süveyd´in hanımı onu kaldırdı ve durum anlaşıldı. Süveyd´in hanımı bezin altmdakine (Suveyd´e) şöyle dedi: ´Anam babam sana feda olsun! Sana ne yedirelim, ne içirelim?´ Bunun üzerine Süveyd dedi ki: ´Uyku uzadı. Yan kemiklerim delindi. Ben eskimiş bir elbise gibi oldum. Ne yemek yiyorum, ne de şu zamandan beri su hoşuma gidiyor´. Geçirdiği birkaç günü anlattı ve ´Bundan´ bir tırnak kesimi kadar zamanı azaltmam beni sevindirmez5 dedi. Sa´d b. Ebi Vakkas, Mekke´ye vardığında gözleri kapanmıştı. Halk dört yandan etrafına üşüştü. Herkes kendisine dua etmesini istiyordu. Şuna buna dua ediyordu. Duası da makbuldü. Abdullah b. Sâib72 der ki: Ben gençtim, ona geldim, kendimi tanıttım. Beni tanıdı ve şöyle dedi: ´Sen Mekke ehlinin kurrası değil misin?´ ´Evet!´ dedim. Bunun üzerine Abdullah bir kıssa anlattı. O kıssanın sonunda şöyle dedi: Sa´d´a hitaben dedim ki: ´Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun! Eğer kendin için dua etsen de ALLAH Teâlâ senin gözünü yemden sana verseydi (daha iyi olmaz mıydı)?´ Bu sual üzerine tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey oğul! Benim nezdimde ALLAH Teâiâ´nm kaza ve kaderi gözümden daha güzeldir´. Bir sûfînin küçük çocuğu üç gün kayboldu. Kendisinden bir haber alınamadı. Sûfîye denildi ki: ´ALLAH´tan evladını getirmesini dilesen (olmaz mı?)´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH Teâiâ´nm hükmettiğine itiraz etmek, bana çocuğumun kaybolmasından daha ağır gelir!´ Âbidlerin birinden şöyle rivayet ediliyor: Ben büyük bir günah işledim. Altmış seneden beri o günahımdan ötürü ağlıyorum. Bu âbid aynı zamanda o günahtan tevbe etmek için var kuvvetiyle ibadete dalmış bulunuyordu. Kendisine denildi ki: ´O işlemiş olduğun günah nedir?´ Dedi ki: "Olan birşey için bir defacık ´keşke olmasaydı!´ dedim" Abdülvahid b Zeyd´e şöyle denildi: Şuracıkta bir kişi vardır. Elli sene ALLAH´a ibadet etmiştir. Bunun üzerine Abdülvahid o kişiye gitti ve dedi ki: - Ey dostum! Kendinden bana haber ver. Sen bu elli senelik ibadetle doydun mu? - Hayır! - Bu ibadete ünsiyet verdin mi? - Hayır! - Ondan razı oldun mu? - Hayır! - Öyleyse ondan sana kalan namaz ile oruçtur! - Evet! - Eğer senden utanmasaydım elli senelik ibadetini kalbin kapalı olduğu halde yaptığını haber verecektim. Abdülvahid´in bu konuşmasının mânâsı ´Senin için kalp kapısı açılmamıştır ki sen kalbin amelleriyle yakınlık merdivenlerine terâkki etmiş olasın. Sen ancak ashab-ı yemin´den sayılırsın. Çünkü ondan senin artışın halk tabakasının artışı olan azaların amellerindedir´ demektir. Halktan bir cemaat Şiblî´nin huzuruna vardı. Şiblî bir hapishanede bulunuyordu. Önünde bir yığın taş vardı. Gelenlere şöyle sordu: - Siz kimlersiniz? - Seni sevenleriz! Bunun üzerine, Şiblî onları taşlamaya başladı. Onlar kaçtılar. Şiblî arkalarından şöyle haykırdı: ´Hani beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belama sabrederdiniz!´ Şiblî şu şiiri okumuştur: Rahman´a olan sevgi beni sarhoş etti! Acaba sarhoş olmayan bir dost gördün mü? Şam âbidlerinden biri şöyle demiştir: ´Hepiniz ALLAH´ın huzuruna ALLAH´ı tasdik ettiğiniz halde varacaksınız´. Fakat bu kimse ALLAH´ı yalanlamıştır, sebebi de şudur: Eğer birinizin altından yapılmış bir parmağı olsaydı, daima o parmağı (göstermek için) işaret ederdi. Eğer parmağında bir sakatlık olsaydı, daima onu (göstermemek için) kapatırdı. Şunu kastediyor: Altın ALLAH´ın nezdinde yerilmiştir. Oysa insanlar onunla böbürlenirler. Bela ise ahiret ehlinin süsüdür. Halbuki insanlar ondan kaçınırlar. Şöyle anlatılıyor: Çarşıda yangın çıktı. Bunun üzerine Sırrî´ye şöyle denildi: ´Çarşı yandı da senin dükkanın yanmadı!´ Sırrî ´Elhamdülillâh!´ dedi. Sonra haberi veren ´Sen nasıl müslümanlar için değil de kendi selâmetin için ALLAH´a hamdolsun dersin?´ dedi. Bunun üzerine Sırrî ticaret yapmaktan tevbe edip hayatı boyunca dükkanı terketti. Bunu da sadece Elhamdülillah deyişinden ötürü yaptı. Bu söylediğimiz hikâyeleri dikkatle izlersen, kesinlikle bilmiş olursun ki heva-i nefse muhalif düşmeye razı olmak muhal değildir. Aksine din ehlinin makamlarından büyük bir makamdır. Madem ki bu, halkın sevgisi ve nasipleri hususunda mümkündür, o halde ALLAH sevgisi ve ahiret lezzetleri için de mümkündür. İmkânı iki yöndendir: O yönlerden biri, mevcut sevaptan verilmesi umulan şeyden dolayı eleme rıza göstermektir. Şifayı beklemek hususunda ilâçları içmek, kan aldırmaya razı olmak gibi... İkincisi, sadece mahbubun maksad ve rızası olmasından dolayı ona razı olmak, onun ötesinde bir mânâyı aramamaktır. Bu bakımdan sevgi, bazen sevenin maksadını vesilenin maksadına dercedecek derecede galebe çalar. Öyleyse sevenin nezdinde mah-bubun kalbini sevindirmek ve onu razı etmek, onun arzusunu yerine getirmek velev ki sevenin ruhu pahasına olsa bile yapılan şeylerin en lezzetlisidir. Sizi razı ettiğim takdirde hiçbir yaranın önemi olmaz! Bu durum, elemi hissetmekle beraber mümkündür. Oysa bazen sevgi insanı, elemi hissetmekten sarhoş edecek derecede istila eder. Kıyas, tecrübe ve müşahede sevginin varlığına delâlet eder. O halde, kendi nefsinde yoktur diye inkâra kalkışmak uygun değildir. Çünkü kendisi, ifrat derecedeki sevgiyi kaybettiğinden dolayı bundan mahrum olmuştur. Sevginin tadını tatmayan acaipliklerini bilmez. Sevenlerin söylediklerimizden daha büyük acaiplikleri vardır. Amr b. Haris er-Râfiî´den rivayet ediliyor ki: "Rakka şehrinde bulunan bir dostumun yanında, bir mecliste bulundum. Beraberimizde güzel ve şarkıcı bir cariyeye aşık olan bir genç vardı. Cariye de bizimle beraber o mecliste bulunuyordu. Cariye ney çalıp şunları teganni etti. Aşkın aşıklar üzerindeki zilletinin alâmeti ağlamaktır. Hele derdini açacak bir kimseyi bulamayan bir aşık ise! Bunun üzerine delikanlı kıza hitaben ´Hatunum! ALLAH´a yemin ederim, güzel söyledin. Acaba bana ölmem için izin verir misin?´ dedi. Kadın ona ´Olgun olduğun halde öl!´ dedi. Bunun üzerine delikanlı başını yastığa koydu. Ağzını ve gözlerini kapattı. Kendisine dokunduğumuz zaman ölmüş olduğunu gördük". Cüneyd şöyle demiştir: Bir çocuğun yenine yapışmış, ona yalvaran ve muhabbetini izhar eden bir kişi gördüm. Çocuk dönüp onun yüzüne baktı ve şöyle dedi: - Bana gösterdiğin münafıklık ne zamana kadar devam edecek? - Sözlerimde doğru olduğumu ALLAH bilir! Hatta sen bana öl desen ölürüm. - Eğer doğruysan öl! Cüneyd diyor ki: ´Kişi biraz uzaklaştı. Gözlerini kapattı ve ölü olarak yere serildi´. Semmun el-Muhib dedi ki: ´Komşularımızdan birinin çok sevdiği bir cariyesi vardı. Cariye hastalandı, kişi ona hurma çorbası yapmak için oturdu. Adam çanağı karıştırırken cariyenin Ah! dediğini işitti. Bunun üzerine kişi dehşete kapıldı. Kaşık elinden düştü. Başladı çanaktaki fıkır fıkır kaynayan çorbayı eliyle karıştırmaya... Öyle ki parmakları yanıp düştü. Bunun üzerine cariye ´Ne oldu sana? Parmakların neden düştü?´ dedi. Adam dedi ki: ´Senin ah demenden bunlar oldu!´ Muhammed b. Abdullah el-Bağdadî´den şöyle hikâye olundu: ´Basrada yüksek bir damda bir genç gördüm. Halka şöyle haykırıyordu: Kim aşk için ölmüşse böyle ölsün! Ölümsüz bir aşkın hayrı yoktur! Sonra kendini yere attı. Ölü olarak kaldırıp götürdüler´. İşte bu ve buna benzer sevgiler bazen mahlukun sevgisinde doğrulanır. O halde, yaratanın sevgisinde bunu doğrulamak daha iyidir; Çünkü batınî göz, zahirî gözden daha doğrudur. ALLAH Teâlâ´nın cemâli her cemâlden daha tam ve kâmildir. Alemdeki her cemâl, o cemâlin güzelliklerinden bir güzelliktir. Evet! Gözünü kaybeden bir kimse suretlerin güzelliğini inkâr eder. Kulağını kaybeden bir kimse ise güzel seslerin, vezinli nağmelerin lezzetini inkâr eder. Kalbini kaybeden bir kimsenin ise, yalnız kalbin tadabildiği bu lezzetleri inkâr etmesi normaldir. 69) Aklı başında olduğu halde kişinin böyle yapması intihardır. Bu durum cezbe ve manevî sekr halinde cereyan etmiş olabilir. 70) Adı Ebu Ali Ahmed b. Muhammed´dir. Bağdadlı olan bu zat Mısırdaikamet etmiş, H. 322´de orada vefat etmiştir. 71) Adı Ahmed b. Yahya´dır. 72) Adı Seyfı b. Âbid b. Abdullah b. Ömer b. Mahzun el-Kureşî, künyesi Ebû Saib veya Ebû Abdurrahman el-Mekkî´dir. Hem kendisi, hem de babası as-hab´daııdır. Oğlu Muhammed Mekke´nin ünlü kurrasıdır..
![]() |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Dua, Rıza´ya Münafi Değildir
Dua eden bir kimse, rıza makamından çıkmaz. Günahları hor görmek, günahkârlara ve günahların sebeplerine kızmak da böyledir. Emr-i bi´l-mâruf (iyiyi emretmek) ve nehy-i an´il-münker (kötüyü yasaklamak) ile günahları kaldırmaya çalışmak da rızaya zıt düşmez. Mağrur ve tembellerden bazı kimseler burada yanılmış ve günahların, fısk u fücûr ve küfrün ALLAH´ın kaza ve kaderinden olduğunu iddia etmiş ve ´rıza göstermek vacibdir´ demiştir. Bu ise tevili bilmemezliktir. Şeriatın sırlarından gafil olmaktır. Duaya gelince, biz dua ile ALLAH´a kulluk yapıyoruz. Dua bölümünde naklettiğimize göre gerek Hz. Peygamber´in dualarının çokluğu ve gerekse diğer peygamberlerin duaları buna delâlet ederler. Oysa Hz. Peygamber rızanın en yüksek makamında idi. Duadan dolayı ALLAH Teâlâ, bazı kullarını şu ayetiyle övmüştür: Gerçekten onlar hayırlara koşarlar. Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya/90) Günahları inkâr etmeye, hor görmeye ve onlara razı olmamaya gelince, ALLAH Teâlâ bununla da kullarını, kulluk yapmaya zorlamıştır. Buna rıza gösterdiklerinden dolayı onları yererek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatına razı olup onunla rahat edenler.(Yunus/7) Geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. ALLAH da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.(Tevbe/93) Meşhur bir haberde şöyle denilmektedir: Kim bir münkeri görüp ona rıza gösterirse sanki o münkeri yapmış gibidir.Şerre delâlet eden, şerri işleyen gibidir,73 İbn Mes´ud şöyle dedi: ´Kul, münker işlenirken yanında olmadığı halde işittiğinde ona rıza gösterirse, münker sahibinin günahı kadar onun boynuna günah yüklenir´. Bu söz üzerine İbn Mes´ud´a şöyle soruldu: ´Bu nasıl olur?´ ´Ona münkerin işlenildiği haberi gelir ve o da ona razı olur! Eğer bir kul doğuda öldürülürse, başka bir kimse de batıda onun öldürülmesine razı olursa, onun öldürülmesine ortak olur´ dedi.74 ALLAH Teâlâ hayırlar hususunda yarışmayı ve gıpta etmeyi, şerlerden de korunmayı emretmiştir. Kî sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.(Mutaffiîn/26) Haset ancak iki şeyde vardır: 1. ALLAH ona hikmeti vermiş, o da hikmeti halk arasında yayar ve öğretir. 2. ALLAH ona mal vermiştir ve aynı zamanda o malı hak yolunda harcamaya şevketmiştir.75 Başka bir lâfızda: ALLAH ona Kur´an´ı vermiştir. O da gece ve gündüz Kur´an ile kaim olur. Kişi, gıpta ederek şöyle der: ´Eğer ALLAH Teâlâ, bu adama verdiğini bana verseydi onun yaptığını ben de yapardım!´ Kâfir, fâsık ve fâcirlerin buğzuna ve onların yaptıklarını inkâr etmeye ve onlardan nefret etmeye gelince, bu hususta vârid olan ayet ve hadîsler sayılamayacak kadar çoktur. Mü´minler mü´minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin! Kim böyle yaparsa ALLAH ile bir dostluğu kalmaz.(Âlu İmran/28) Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!(Mâide/51) İşte kazandıkları (günahları)ndan ötûrü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.(En´âm/129) ALLAH Teâlâ, mü´minden bütün münâfıklara ve her münâfıktan da bütün mü´minlere buğzetmek için söz almıştır.76 Kim bir kavmi severse ve onları kendisine velî edinirse, kıyamet gününde onlarla beraber haşrolunur.78 İman kulplarının en kuvvetlisi ALLAH için sevmek ve ALLAH için buğzetmektir.79 Bunun delillerini ´ALLAH Yolunda Sevmek ve O Yolda Buğzetmek´, ´Sohbet Adabı´, ´Emr-i bi´1-Ma´ruf ve Nehy-i an´il-Münker´ kitablarında beyan etmiştik. Soru: ALLAH´ın kaza ve kaderine razı olmak hakkında hadîs ve ayetler vârid olmuştur. Günahların kaza ve kader ile olmaması muhaldir ve tevhîd´e zıddır. Eğer ALLAH´ın kazasıyla olmuşsa, onu hor görmek ve ondan nefret etmek ALLAH´ın kazasını hor görmek demektir. Bu bakımdan bu iki şeyin arasını nasıl bulabiliriz? Acaba aynı şey hakkında hem razı olmamak, hem de razı olmak nasıl bir arada olur? Cevap: İlimlerin sırlarına vakıf olmakta kusurlu ve aciz olanlar için bu karışık konulardandır. Hatta bir grup için o kadar karışık olmuş ki onlar münkerlere susup itiraz etmemeyi rıza makamlarından bir makam sanmışlardır. Buna, katıksız cehalet olduğu halde ´güzel ahlak´ demişlerdir. Aksine deriz ki: Rıza ve kerâhiyet (hor görmek ve istemek) aynı şey üzerine aynı cihetten ve aynı vecihden gelirlerse birbirlerine zıt düşerler. Bu bakımdan bir şeyi bir yönden hor görmek, başka bir yönden de aynı şeye razı olmak tezat teşkil etmez. Misâli, senin ve aynı zamanda düşmanlarından bazılarının düşmanı olan bir kimse ölürse, düşmanımın düşmanı öldü diye onun ölümünden hoşlanmazsın. Fakat düşmanının ölmesi hasebiyle de razı olursun. İsyanın da böyle iki yönü vardır. ALLAH´ın fiili, ihtiyar ve iradesi olması hasebiyle bir yönü vardır ki kişi mülkün sahibi olan ALLAH´a teslim olmak için razı olur. O´nun oradaki yaptığına da razı olur. Kula nis-betle diğer bir yönü daha vardır. Bu isyanı yapan kulu rahmetten uzaklaştırmış ve buğz sebeplerini musallat kılmıştır. Bu bakımdan münker ve yerilmiştir. Daha iyi anlaşılması için bunu bir misal ile açıklayalım: İnsanlar tarafından sevilen birisini ele alalım. Bu adam arkadaşlarma ´Ben, beni sevenlerle sevmeyenleri ayırmak istiyorum. Bunun için de şöyle bir karar aldım: Bir kişiyi seçip ona işkence ecleceğim, onu aleyhimde konuşmaya zorlayacağım. O benden nefret edip aleyhimde konuşmaya başlayınca o ve onu sevenler benim düşmanım olacak, ondan nefret edenler ise benim dostum olacaklar´ dedi ve dediği gibi de yaptı. Birini seçip ona işkence etti. O da kötü şeyler söyledi ve düşmanlığın sebebi olan nefret meydana çıktı. Bu adamı gerçekten seven ve sevginin şartlarını bilenlerin yapması gereken şey şöyle demeleridir: ´Dost ve düşmanını tanımak için senin aldığın tedbir yerindedir. Biz bunu onaylıyoruz ve bundan memnunuz. Senin tedbirin, isteğin ve işin olduğu için bunu uygun buluyor ve kabul ediyoruz. Yaptığın işkenceden dolayı adamın, sana kötü şeyler söylemesini kınıyoruz. Çünkü onun vazifesi, bu işkenceye sabretmekti. Fakat senin iraden onun sabretmeyeceği hakkında olduğu için, senin iradene uygun olarak onun boyle davranmasını uygun buluyoruz. Çünkü iraden tahakkuk etmeseydi bu, senin için bir eksiklik olurdu ve biz bunu çirkin görürdük. Ancak bu şahsın böyle yapması, cemalinin gereği hilâfına sana karşı nefret besleyip cephe alması ve buii|arm kendisine nisbet edilmesi bakımından, yaptıklarını hoş görmüyoruz. Çünkü ona yakışan, senin işkencene katlanıp sana hakaret etmemekti. Bizim çirkin gördüğümüz senin tedbir ve iraden değil, onun sabretmeyip karşılık vermesidir. Bu nedenle senin ondan nefret etmen bizce normaldir. Senin muradın bu olduğu için biz de onun davranışına kızarız. Çünkü muhabbetin gereği, dostunun dostuna dost, dostunun düşmanına düşman olmaktır. Adamın sana düşman olmasına gelince, senin iraden olması açısından bunu kabul ederiz, fakat onun bu davranışının kendi kazancı olması bakımından ondan nefret ederiz. Sana kızıp düşman olduğu için biz de ona kızıp düşman oluruz. Onun sana kızmasını, kendi fiili olduğu için çirkin görüyoruz. Fakat senin iradene uygun olması bakımından biz de kabul ediyoruz. Buradaki çelişki ´Senin iradene uygun olması bakımından uygun görüyoruz´ ve yine ´Senin iradene uygun olması bakımından çirkin buluyoruz´ demektir. Fakat onun fiili ve iradesi olması bakımından uygun olup, başkasının vasfı ve yapması bakımından mekruh olmasında bir çelişki yoktur. Bir yönden hoş görülüp, bir yönden hoş görülmeyen şeyler bunun şahididir. Bunun benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur. ALLAH´ın şehvet ve isyanın sebeplerini kula musallat edip, o sebeplerin de onu masiyetin sevgisine çekmesi, bu sevginin de onu isyana sürüklemesi, tıpkı yukarıda verdiğimiz misaldeki olaya benzer. Adamı dövmek, onu ya kızmak ya da kötü şeyler söylemeye sürükler. ALLAH´ın isyan edene kızmasına gelince, her ne kadar bu kimsenin mâsiyeti ALLAH´ın tedbiriyle de olsa küfredilenin kendisine küfredenden nefret etmesine benzer ve her ne kadar küfredenin küfrü, ALLAH´ın mâsiyet sebeplerini yaratmasına, ilahî meşiyetin ezelde böyle karar verdiğine delâlet ederse de ALLAH´ı seven her kula, ALLAH´ın kızdığına kızmak, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılana düşmanlık yapmak düşer. Her ne kadar o uzaklaştırılan insanı kahrı ve kudretiyle düşmanlığına ve muhalefetine ALLAH zorlamış ise de... O uzaklaştırılmış, kovulmuş ve huzur-u ilâhî´den atılmıştır, zorla ALLAH´ın uzaklaştırmasıyla uzaklaştırılmış ve ALLAH´ın zorlamasıyla tardedilmiş olsa bile... Yakınlık derecelerinden uzaklaştırılan bir kimsenin bütün muhibler nezdinde buğzedilmiş olması uygundur ve bu da mahbuba uygun hareket etmek için yapılmalıdır. Mahbub uzaklaştırmak suretiyle gazabını kim için belirtmişse, muhibler de gazablarını onun için belirtip mahbuba uygun hareket etmelidirler. İşte ALLAH için buğz ve ALLAH için sevgiden vârid olan bütün haberler ve kâfirlere karşı gösterilen nefretteki mübalağa, ALLAH´ın kazası olması hasebiyle ve ALLAH´ın kaza ve kaderine rıza göstermekle beraber böyle yapılması, bu izahlarla anlaşılmıştır. Bütün bunlar ifşası yasak olan kader sırrından yardım alır. Hayır ve şerrin ikisi de meşiyyet ve iradeye dahildirler. Fakat şer istenilmeyen, hayır ise makbul bir istektir. Bu bakımdan kim ´şer ALLAH´tan değildir´ derse o cahildir. Yine ´hayır ve şerrin ikisi de ALLAH´tandır´ deyip rıza ile kerahiyet arasında fark görmeyen bir kimse de kusurludur. Buradan per-deyi kaldırmaya ruhsat yoktur. Bu bakımdan en iyisi sükût edip şeriatın edebiyle edeplenmektir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kader ALLAH´ın sırrıdır. Onu ifşa etmeyiniz! Bu, mükaşefe ilmiyle ilgilidir. Bizim şimdilik gayemiz; halkı kendisiyle kulluk yapmaya mecbur kıldığı ilâhî kaza ve kadere rıza göstermek ile ALLAH´ın kazasından olduğu halde günahlara buğzetmenin arasını bulmanın imkânını belirtmektir. Oysa buradaki sırrı keşfetmeye ihtiyaç kalmaksızın hedef belirdi. Bununla şu da anlaşılır. Mağfiretle günahlardan masun kalmak ve din hususunda yardımcı olan diğer sebeplerle dua etmek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt değildir; zira ALLAH Teâlâ kullarını dua ile kulluk yapmaya çağırmıştır. Dua saf zikri, kalbin korkusunu, yalvarmanın inceliğini gösterir. Bu da kalplerine cila ve keşif için anahtar olur. Lütfun meziyetlerinin arka arkaya gelmesine sebep olur. Nasıl ki testiyi yüklenmek, suyu içmek, susuzluktaki ilâhî kazaya razı olmaya zıt düşmüyorsa, aynen onun gibi, susuzluğu gidermek maksadıyla su içmek de bir sebeptir. Sebeplerin müsebbibi onu tertip etmiştir. Aynen bunun gibi dua da bir sebeptir. ALLAH Teâlâ onu tertip ve emir buyurmuştur. Biz daha önce ALLAH´ın sünnetine uygun olduğu için sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir demiştik. Biz bunu Tevekkül kitabında saymıştık. İşte bu rızaya zıt değildir. Çünkü rıza tevekküle bitişik bir makamdır ve onunla beraberdir. Evet! Şikayet biçiminde belayı izhar etmek, kalben ALLAH Teâlâ´nın bu yaptığını inkâra kalkışmak rızaya zıddır. Şükür yoluyla ve ALLAH´ın kudretinden perdeyi kaldırmak suretiyle belayı izhar etmek rızaya zıt değildir. Seleften biri şöyle demiştir. "Yaz mevsiminde şikayet şeklinde ´bu sıcak bir gündür´ dememesi, kişinin ALLAH´ın kazasına güzelce razı olmasındandır". Kış gününe böyle demek ise, şükürdür. Şikayet her durumda, rızaya zıt düşer. Yemekleri kötülemek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt düşer; zira sanatı kötülemek onu yapanı kötülemektir. Oysa bütün yemekler ALLAH´ın sanatıdır. Birinin ´Fakirlik bela ve meşakkattir. Çoluk çocuk üzüntü ve yorgunluktur. Sanat yorgunluk ve meşakkattir´ demesi, rıza makamına zarar getirir. Aksine en uygunu; tedbiri Müdebbirine, memleketi sahibine teslim etmesidir ve Hz.Ömer´in dediği gibi demesidir: ´Ben zengin veya fakir olduğum halde sabahlamama önem vermem. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum´. 73) Ebu Mansur Deylemî 74) İbn Adîy 75) Müslim 76) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir. 77) Daha önce geçmişti. 78) Taberânî 79) İmam Ahmed |
|
![]() |
#3 |
![]() Kulun ALLAH´a Olan Muhabbeti Hakkında Şer´î Deliller
Tüm müslümanlar gerek ALLAH´a, gerekse Hz. Peygamber´e muhabbetin her müslüman için farz olduğunda ittifak etmiştir. Acaba olmayan birşey nasıl farz kılınır? Acaba sevginin tabiî meyvesi olan ibadetle nasıl tefsir edilir? Elbette meyvesinden önce sevginin olması lâzımdır. Ondan sonra insan sevdiğine itaat eder. Ayetler ALLAH onları sever, onlar da ALLAH´ı severler!(Maide/53) İman edenler ise en çok ALLAH´ı severler.(Bakara/165) Bu ayetler, muhabbetin ve muhabbette insanların değişikliğini isbata delildir. Hadîsler Hz. Peygamber, ALLAH´a olan sevgiyi, birçok hadîsinde imanın şartından kılmıştır. Ebu Rezîk Akilî şöyle sordu1:´Ey ALLAH´ın Rasûlü! İman nedir?´ Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ALLAH ve Rasûlü´nün senin nezdinde her şeyden daha sevimli olmalarıdır,2 Sizden bir kimsenin nezdinde ALLAH ve onun Rasûlü her şeyden daha sevimli olmadıkça kişi iman etmiş sayılmaz.3 Ben bir kişinin nezdinde aile efradından, malından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça o kişi iman etmiş sayılmaz.4 Bu hadîsin başka bir rivayetinde ´onun nefsinden de´ ziyadesi vardır. Durum nasıl böyle olmasın? De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size ALLAH´tan, elçisinden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o halde ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24) ALLAH Teâlâ bunu tehdit ve kişinin bu hareketinin inkâr sadedinde olduğunu göstermek için sevketmiştir. Hz. Peygamber de muhabbeti emrederek şöyle buyurmuştur: Size gıda olarak verdiği nimetlerden dolayı ALLAH´ı seviniz. Beni de ALLAH´ın sevmesinden dolayı seviniz!5 Bir kişi şöyle dedi: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben seni seviyorum! - O halde fakirlik için hazırlan! - Muhakkak ki ben ALLAH´ı da seviyorum. - O halde bela için de hazırlan!6 Hz. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan Mus´ab b. Umeyr, sırtında kemer gibi yaptığı bir koç derisi olduğu halde Hz. Peygamber´e geldiğinde Hz. Peygamber ona bakıp şöyle dedi: Şu ALLAH tarafından kalbi nûrlandırılmış kişiye bakınız! Ben onu anne ve babasının yanında kendisini en tatlı yemek ve içkilerle besledikleri halde gördüm. ALLAH ve Peygamber sevgisi onu gördüğünüz hale davet etti. (O da icabet etti!) Meşhur bir haberde şöyle vârid olmuştur: İbrahim (a.s) ruhunu kabzetmek üzere gelen ölüm meleğine ´Sen hiç dostunu öldüren bir dost gördün mü?´ diye sorunca, ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek ´Sen hiç sevdiğinin huzuruna varmaktan çekinen bir dost gördün mü?´ dedi. Bunun üzerine İbrahim (a.s) ´Ey ölüm meleği! Hemen ruhumu kabzet´! dedi. Bu durumu ancak bütün kalbiyle ALLAH´ı seven bir kul bulabilir. Bu kul ölümün sevdiği ile birleşmeye sebep olduğunu bilince hemen ölüme doğru atılıverir. Çünkü ALLAH´tan başka bir sevdiği yoktur ki ona iltifat etsin. Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir: Yârab! Kendi muhabbetini ve seni sevenin sevgisini ve beni sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini bana ihsan eyle! Sevgini soğuk sudan bana daha sevimli kıl!7 Bir bedevî Hz. Peygamber´e gelerek ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kıyamet ne zaman kopacaktır?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Kıyamet için ne hazırladın?´ dedi. Bedevî ´Kıyamet için ne fazla namaz ve ne de oruç hazırladım. Ancak ben ALLAH´ı ve onun Rasûlü´nü seviyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: ´Kişi sevdiğiyle beraberdir´.8 Enes der ki: ´İslâm´dan sonra bu olay ile sevindikleri kadar müslümanlarm hiçbir şeyle sevindiklerini görmedim!´ Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´ın gerçek muhabbetini tadarsa, bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür!´ Hasan şöyle demiştir: ´Rabbini tanıyan onu sever! Dünyayı tanıyan ona zâhid olur! Mü´min bir kimse oynayıp gaflete dalmaz! Düşündüğü zaman üzülür!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kulları içinde öyle bir grup vardır ki cennet ve cennetin içindeki nimetler bile, onları ALLAH´tan uzaklaştırmaz. Onlar dünya ile nasıl ALLAH´tan uzaklaşacaklardır?´ Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) bedenleri zayıf düşmüş, beti benzi uçmuş üç kişinin yanından geçerek kendilerine şöyle sordu: ´Sizi bu hale getiren nedir?´ Onlar ´Ateş korkusu!´ dediler. Hz. İsa ´Korkan bir kimseyi emniyete kavuşturmak ALLAH Teâlâ´nın üze-rine haktır´ dedi. Sonra onları geçti. Başka bir üç kişiye rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf, benizleri daha uçuk. ´Sizi bu hale getiren nedir?´ diye sordu. Onlar ´Cennete olan şevkimiz!´ dediler. İsa (a.s) ´Size umduğunuzu vermek ALLAH´ın üzerinde bir hak oldu´ dedi. Sonra onları geçip üçüncü bir gruba rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf ve benizleri daha uçuk... Sanki onların yüzünde bir nûr vardır. ´Sizi bu gördüğüm dereceye ulaştıran nedir?´ dedi. Onlar ´Biz ALLAH´ı (c.c) seviyoruz! (Bizi bu hale getiren ALLAH sevgisidir)´ dediler. İsa (a.s) ´Mukarrebler sizlersiniz! Sizsiniz mukarrebler! Sizsiniz mukarrebler!´ dedi. Abdülvahid b. Zeyd ´Kar içerisinde dikilen bir kişinin yanından geçerken ´Sen üşümez misin?´ dedi. Adam ´Kimin içinde ALLAH muhabbeti varsa o üşümeyi hissetmez!´ diye cevap verdi. Sırrı es-Sekatî´den şöyle rivayet edildi: ´Kıyamet günü ümmetler peygamberlerinin adıyla ´Ey Musa ümmeti!´ Ey İsa ümmeti! Ey Muhammed ümmeti! diye çağrılırlar. ALLAH´ın muhibleri ise bu şekilde çağrılmazlar. Onlar ´Ey ALLAH´ın velî kulları! ALLAH´a geliniz!´ diye çağrılırlar. Bu sesleri işittikleri zaman kalpleri neredeyse çatır çatır çatlar". Harem b. Hayyan dedi ki: ´Mü´min rabbini tanıdığı zaman sever! Sevdiği zaman yönelir. Yönelmenin tadını aldığı zaman dünyaya şehvet gözüyle, ahirete de fetret gözüyle bakmaz!´ Mü´minin bu dünyada hasret çekmesi, ahirette istirahat etmesi demektir. Yahya b. Muaz şöyle dedi: ´ALLAH´ın affı bütün günahları kapsar! O´nun rızası acaba nasıl olur? O´nun rızası bütün emel ve is-tekleri kapsar! O´nun sevgisi acaba nasıl olur? O´nun sevgisi akılları deşete sevkeden Acaba O´nun muhabbeti nasıldır? O´nun muhabbeti O´ndan başkasını unutturur. Acaba O´nun lûtfu nasıldır?´ Bazı (semavî) kitablarda şöyle vârid olmuştur: ´Ey kulum! Senin hakkın için ben sana muhibim. Senin boynundaki hakkımın hatırı için sen de bana muhib ol!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Hardal tanesi kadar muhabbet, bana muhabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimli gelir!´ Yine Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´İlâhî! ben senin avlunda duruyorum. Çocukluktan beri senin senânla meşgulüm. Beni yanına aldın. Marifetinle bana gömlek giydirdin. Lütfunla bana imkân verdin. Beni haller içerisinde evirip çevirdin. Örtmek, tevbe, zühd, şevk, rıza ve muhabbet içerisinde beni haşr u neşr ettin. Havuzlarından bana içirdin. Bahçelerinden bana yemek imkânını verdin. Emrine yapıştığım, kavline aşık olduğum halde bunları bana yaptın. Büyüdüğüm zaman senin katından nasıl uzaklaşırım? Oysa ben daha küçükken bunu senden aldım. Hayatta oldukça senin manevî etrafında yalvarıp sana fısıldayacağım. Çünkü ben muhibbim. Her muhib, habibine aşkla bağlıdır. Habibinin dışında herşeyden uzaklaştırılmıştır´. ALLAH´a muhabbet hakkında sayılmayacak kadar haber ve eser-ler vârid olmuştur. Bu apaçık bir durumdur. Karışıklık onun mânâsını tahkik etmek hususundadır. Bu bakımdan biz manâ ile meşgul olacağız! 1) Adı Lekit b. Âmir b. Müntefik el-Âmirî´dir. 2) İmam Ahmed 3) Müslim, Buhârî 4) Müslim, Buhârî 5) Tirmizî 6) Tirmizî 7) Ebu Nuaym, (Ebu Derdâ´dan) 8) Müslim, Buhârî |
|
![]() |
#4 |
![]() Günahlarla Dolu Memleketlerden Kaçmak ve Orayı Yermek Rıza´ya Aykırı Değildir!
Zayıf insan Hz. Peygamber´in (s.a) veba hastalığı görülen memleketten çıkmayı yasaklamasının, fazla günah işlenen bir memleketten çıkmanın da yasak olmasına delâlet ettiğini zanneder. Zira bunların her ikisi de ALLAH´ın kazasından kaçmaktır. Oysa bu zann, muhaldir. Vebanın zuhurundan sonra memleketten ayrılmanın yasaklanmasındaki illet, eğer bu kapı açılırsa, bütün sıhhatliler memleketten göç edecek, memleketteki hastalar ihmal edilmiş olacak, bakıcıları bulunmayacaktır. Böylece zayıflık ve zarardan helâk olacaklardır. Hz. Peygamber vebalı bir memleketten çıkışı, bazı hadîslerinde savaş meydanından kaçışa benzetmiştir. Eğer bu yasak ALLAH´ın kaza ve kaderinden kaçmaktan dolayı olsaydı memlekete yaklaşan bir kimsenin geri dönmesine izin vermezdi. Biz bunun hükmünü tevekkül bahsinde zikretmiştik. Bundan anlaşıldığına göre günahlarla dolu olan memleketten kaçmak ALLAH´ın kaza ve kaderinden kaçış değildir. Aksine kendi-sinden kaçılması gereken yerden kaçmak kaza ve kaderdendir. Günahlara teşvik eden yerlerin kötülenmesi ve günahlara davet eden sebeplerin yerilmesi de böyledir. Günahtan kaçmak için o yerlerden uzaklaşmak kötü değildir. Hatta bir cemaat Bağdat şehrini açıkça kötüleyerek Bağdad´dan kaçmayı talep etmekte ittifak ettmişlerdir. İbn Mübarek dedi ki: ´Şark ve garbı gezdim. Bağdat´tan daha şerli bir memleket görmedim´. Denildi ki: ´Nasıl?´ Dedi ki: ´Bağdat öyle bir memlekettir ki orada ALLAH´ın nimeti küçümsenir, günahlar önemsenmez´. Horasan´a vardığında kendisine ´Bağdat´ı nasıl gördün?´ diye sorulunca, şu cevabı verdi: ´Orada öfkeli polis, aç tüccar, şaşkın kurra gördüm!´ Sakın onun bu sözünü gıybet sanma! Çünkü İbn Mübarek bu rada belli bir şahıs aleyhinde konuşmadı ki o şahıs bu sözle zarar görsün. Bununla halkı Bağdat´a gitmekten sakındırdı. O Bağdat´ta oturuyordu. Mekke´ye gitmek için kervanın hazırlığını onaltı gün bekledi ve orda kaldığına kefaret olması için her güne bir dinar verdi, Irak´ı Ömer b. Abdülâziz ve Ka´b´ul-Ahbar gibi birçok kimse kötülemiştir. İbn Ömer (r.a.) bir azadlısına ´Nerede duruyorsun?´ dedi. ´Irak´ta!´ dedi. ´Irakta ne yapıyorsun? Kulağıma geldiğine göre Irak´ta oturan herkese ALLAH Teâlâ bela´dan bir arkadaş veriyormuş´ dedi. Ka´b´ul-Ahbar bir gün Irak´tan bahsederek şöyle demiştir ´Şerrin onda dokuzu oradadır. Orada müzmin hastalık vardır.´ (Bu söz, Hz. Ömer´e aittir.) Denildi ki: ´Hayır ona taksim olunmuş onda dokuzu Şam´da, onda biri Irak´tadır!´ Hadîs âlimlerinden biri şöyle demiştir: Bir gün Fudayl b. İyaz´ın yanında bulunuyordum. Bir arabaya bürünmüş bir sûfî geldi. Fudayl onu yanına oturttu. Ona yöneldi ve kendisine şöyle sordu: ´Nerede oturuyorsun?´ Sûfî ´Bağdat´ta´dedi. Bunun üzerine Fudayl sûfîden yüz çevirir dedi ki: "Onlardan herhangi biri ruhba-nın elbisesine bürünerek bize geliyor. Kendisine nerede oturduğu-nu sorduğumuzda ´zâlimlerin yuvasında´ diye cevap veriyor!" Bişr b. Hâris derdi ki: ´Bağdat´ta ibadet eden bir kimsenin mi-sali tuvalette ibadet eden bir kimse gibidir.´ Yine o ´Sakın Bağdat´ta durmak hususunda bana uymayınız! Kim Bağdat´tan çıkmak istiyorsa derhal çıksın!´ demiştir. Ahmed b. Hanbel derdi ki: ´Eğer şu çocukların telâşesi olmasaydı bu şehirden çıkıp gitmek nefsime daha hoş gelirdi.´ Bunun üzerine kendisine ´Nerede oturmak istiyorsun?´ diye soruldu. Ahmed b. Hanbel ´Hududlarda´ diye cevap verdi. Birine Bağdad halkı sorulduğunda şöyle dedi: ´Onların zâhidleri iyi zâhid, şerirleri de çok şerirdir.´ İşte bu içinde çokça günah işlenen bir memlekette belaya uğrayan bir kimsenin orada durması hususunda herhangi bir özrü olmadığına delalet eder. Böyle bir kimsenin hicret etmesi daha uygundur. Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melek-ler ´Ne işte idiniz´ dediler. ´Biz yeryüzünde âciz düşürülmüştük´ diye cevap verdier. Melekler dediler ki: ´Peki ALLAH´ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edeydiniz?´Nisâ/97) Eğer aile efradı veya bir yakını onu bu hicretten menederse bu durumda haline razı olmaması uygundur, Bu halde kalbi mutmain olmamalıdır. Aksine kalbinin daima münfail bulunması daha uygundur. Daima şöyle demelidir: Ey RABBİMiz! Bizi halkı zâlim olan şu memleketten çıkar!(Nisâ/75) Bunun sebebi şudur: Zulüm umumileştiğinde bela iner ve herkesi kapsar. Öyle bir azap ki aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz.(Enfâl/25) Öyle ise dinin eksilmesinin sebeplerinden hiç birine hiçbir şekilde mutlak mânâda razı olmak yoktur. O sebepler ancak ALLAH´ın fiiline izafe edilmeleri bakımından hoş görünürler. Esasında ise hiçbir zaman onlara rıza gösterilmez. Âlimler üç makamın ehlinden hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilâf ettiler: 1. Birisi ALLAH´ın mülâkatına iştiyak gösterdiği ölümü sever. 2. Birisi mevlâsma hizmet etmek için sağ kalmayı sever. 3. Birisi de ´Ben hiçbir şeyi tercih etmem. ALLAH Teâlâ´nın benim için seçtiğine razı olurum´ der. Bu mesele âriflerden birine götürülünce şöyle demiştir: ´Rıza sahibi daha üstündür. Çünkü onun fuzûlîliği daha azdır´. Bir gün Vuheyb b. Verd, Süfyân es-Sevrî ve Yusuf b. Esbat bir araya geldiler. Sevrî dedi ki: -Ben bugüne kadar ani olarak gelen ölümü hoş karşılamıyordum. Fakat bugün ani olarak ölmeyi istiyorum. - Neden istiyorsun? - Korktuğum fitneden dolayı... - Fakat ben uzun yaşamayı kerih görmüyorum! - Neden? - Tevbe edip salih amel işleyeceğim bir güne tesadüf etmesiniumuyorum! Bunun üzerine Vuheyb´e denildi ki: ´Sen ne diyorsun?´ Vuheyb ´Ben hiçbir şeyi tercih etmiyorum! Bunların bence en sevimlisi, ALLAH´a en sevimli olanıdır´. Bunun üzerine Sevrî, Vuheyb´in gözlerinin arasından öperek şöyle dedi: ´Kâbe´nin rabbine yemin olsun ki bu ruhânîdir!´ |
|
![]() |
#5 |
![]() ALLAH´ı Sevenlerin (Muhiblerin) Keşf ve Kerametleri, Sözleri ve Hikâyeleri
Âriflerden birine ´Sen muhib misin?´ diye soruldu. Ârif ´Hayır! Muhib değilim, ben ancak mahbubum. Çünkü muhib sevdiğine ulaşıncaya kadar sıkıntıdan kurtulamaz´ dedi. Yine kendisine ´Halk senin yedi (evtad)lerden olduğunu söylüyor. Sen buna ne dersin?´ denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: ´Ben yedilerin tamamıyım!´ Yine o derdi ki: ´Beni gördüğünüzde, muhakkak kırk abdalı görmüşsünüzdür!´ ´Bu nasıl olur? Oysa sen bir kişisin?´ denilince, dedi ki: ´Çünkü ben kırk abdal gördüm. O abdalların her birinden bir ahlâk edindim´. Kendisine şöyle soruldu: Kulağımıza geldiğine göre sen Hızır´ı (a.s) görüyormuşsun?´ Tebessüm ederek dedi ki: ´Hızır´ı görene şaşmamak gerek. Fakat o kimseye hayret etmeli ki Hızır onu görmek istiyor, o ise Hızır´dan gizleniyor!´ Hızır´dan şöyle hikâye olunuyor. ´Hangi gün nefsime ´Benim tanımadığım bir velî kul artık kalmadı´ dedimse mutlaka o gün tanımadığım bir velî ile karşılaştım´. Ebu Yezid el-Bistamî´ye bir defasında şöyle denildi: ´ALLAH Teâlâ´dan gelen müşahedenden bize bahset!´ Bunun üzerine bağırarak şöyle dedi: - Azap olasıca! Onu öğrenmek sizin için uygun değildir! - O halde, ALLAH yolunda nefsinin en şiddetli mücâhedesindenbize haber ver? - Sizi buna da muttali etmem caiz değildir. - O halde, nefsinin başlangıçtaki riyazetinden bize haber ver! - Nefsimi ALLAH´a davet ettim. O serkeşlik yaptı. Bunun üzerinebir sene su içmemeye; bir sene uyku uyumamaya karar verdim.Bunun üzerine nefsim bu şartı yerine getirdi. Yahya b. Muaz, Ebu Yezid el-Bistamî´nin bazı müşahedelerini yatsı namazından fecre kadar gözledi. Hazret ayaklarını yerden kaldırmış, çenesini göğsünün üzerine koymuş, gözleriyle bir noktaya nazarını teksif ederek bakıyordu. Yahya der ki:´Sonra seher zamanında secde etti ve secdesini oldukça uzattı. Sonra oturarak şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Bir kavim seni istedi. Onlara su üzerinde yürümeyi verdin. Havada yürümeyi ihsan ettin. Onlar da bununla razı oldular. Oysa ben böyle bir şeyden sana sığınıyorum. Diğer bir grup seni aradı. Onlara tayy-i mekan (mekân ve zamanüstü hareket etme kerametini) verdin, onlar da buna razı oldular. Ben bundan da sana sığınıyorum. Bir grup seni aradı. Onlara yeryüzünün hazinelerini verdin. Onlar buna razı oldular. Bundan da sana sığınıyorum!´ Hazret böylece velilerin kerametlerinden yirmi küsür makamı saydı. Sonra dönüp bakınca beni gördü: - Yahya mısın? - Evet efendim! - Ne zamandan beri buradasın? - Hayırlı bir zamandan beri... Bunun üzerine sustu. Ben de ´Efendim! Bana herşeyi anlat´ dedim. Bunun üzerine şöyle devam etti: ´Sana elverişli olan birşey haber vereyim: (ALLAH) beni en alt feleğe yükseltti. Sonra beni en alt melekûtta gezdirdi. Bana yerleri ve yerlerin altında bulunan şeyi, tâ toprağa varıncaya kadar gösterdi. Sonra beni en yüksek feleğe çıkardı. Beni göklerde gezdirdi. Göklerdeki cennetlerden, arşa kadar her şeyi bana gösterdi. Sonra beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Gördüğünden herhangi bir şeyi iste! Sana hibe edeyim!´ Dedim ki: ´Mevlâm! Ben güzel saydığım hiçbir şey görmedim ki onu senden isteyeyim!´ Bunun üzerine şöyle buyurdu´ ´Sen hakikî kulumsun! Sadece benim hatırım için, doğru olarak bana kulluk yapıyorsun. Muhakkak senin hakkında şunu şunu yapacağım´. Sonra ALLAH Teâlâ yapacağı birkaç şeyi söyledi. Bu durum beni dehşete düşürdü. Bundan hayrete kapıldım ve dedim ki: "Ey efendim! Neden O´nun hakkındaki marifeti O´ndan istemedin? Oysa Sultanlar Sultanı sana ´dilediğini iste!´ demiş!" Bu söz üzerine bana bağırarak ´Azap olasıca! Sus!´ dedi. ´Ben O´nu dahi kıskanıyorum. Benden başkasının O´nu bilmesinden hoşlanmıyorum!´ dedi. Hikâye olunuyor ki; Ebu Turab Nahşebî müridlerinden birini çok beğenir, onu yanına yaklaştırır maddi ve manevî her ihtiyacını giderirdi. Mürid ise ibadeti ve halleriyle meşguldü. Ebu Turab bir gün müride ´Keşke Ebu Yezid´i bir görseydin!´ dedi. Mürid ben meşgulüm!´ dedi. Ebu Turab ´Keşke Ebu Yezid´i görseydin!´ sözünü tekrarlayınca müridin muhabbeti galeyana geldi ve şöyle dedi: ´Rahmet olasıca! Ben Ebu Yezid´i ne yapayım. Ben ALLAH Teâlâ´yı gördüm. O beni Ebu Yezid´den müstağni kıldı´. Ebu Turab müridin bu sözüne karşılık heyecana kapılarak nefsine hâkim olamadı ve dedi ki: ´Eğer Ebu Yezid´i bir defa görseydin ALLAH Teâlâ´yı kendi mizanınla yetmiş defa görmenden sana daha faydalı olurdu´. Bunun üzerine genç, Ebu Turab´ın sözünden dehşete kapıldı ve bu sözü inkârla karşılayıp şöyle dedi: ´Bu nasıl olur?´ Ebu Turab ´Azap olasıca! Sen ALLAH´ı gerektiği gibi göremezsin. O halde ALLAH, senin kapasiten nisbetinde sana görünür. Oysa Ebu Yezid´i ALLAH katında görürsün. ALLAH Teâlâ ona onun kapasitesi nisbe-tinde görünmüştür´. Bunun üzerine mürid anladı ve dedi ki: ´Öyleyse beni Ebu Yezid´e götür!´ Bundan sonra Ebu Turab bir kıssa zikretti ve o kıssanın sonunda dedi ki: ´Biz bir tepede durup ormandan çıkması için Ebu Yezid´i bekledik. Hazret yırtıcı hay-vanlarla dolu bir ormana girmişti´. Ebu Turab diyor ki: ´Ebu Yezid sırtında ters giymiş olduğu bir aba olduğu halde yanımızdan geçti. Ben gence ´İşte Ebu Yezid budur! Ona bak!´ dedim. Genç Ebu Yezid´e baktı. Bir çığlık kopardı. Onu yokladık. Baktık ki ölmüş. Ebu Yezid´le beraber onu defnetmeye koyulduk ve bu esnada Ebu Yezid´e dedim ki: ´Ey efendim! Sana bakması onu öldürdü!´ Ebu Yezid ´Hayır! Arkadaşın doğru imiş! Onun kalbinde kendine keşfolunmamış bir sır vardı. Bizi gördüğünde kalbinin sırrı ona keşfolundu ve o sırra tahammül edemedi. Çünkü hâlâ zayıf müridlerin makamında bulunuyordu. Bu bakımdan bu keşf onu öldürdü´ dedi. Habeşliler Basra´ya girdikleri zaman, insanları öldürüp mallarını yağma ettiler. Sehl et Tüsterî´nin arkadaşları Sehl´in yanında toplanıp şöyle dediler: ´Keşke bunları defetmesi için ALLAH´a niyaz etseydin!´ Sehl sükût edip sonra şöyle dedi: ´ALLAH Teâlâ´nın bu memlekette birtakım kulları var ki eğer zâlimler aleyhinde bedduada bulunsaydılar yeryüzünde bir tek zâlim bile kalmazdı. Hepsi bir gecede ölürlerdi. Fakat bunu yapmazlar´. Denildi ki: ´Neden?´ Dedi ki: ´Çünkü onlar sevilmeyeni sevmezler!´ Bundan sonra, ALLAH Teâlâ´nın birçok şeye icabet ettiğini ki o şeyleri zikretmek mümkün değildir söyledi ve şu cümleyi de ekledi: ´Eğer onlar ALLAH´tan kıyametin kopmamasını dileseydiler kıyamet kopmazdı!´ Bunlar esasında mümkün olan şeylerdir. Bu bakımdan herhangi birine mazhar olmayan bir kimsenin mümkün olmalarına inanıp tasdik etmekten uzak olmaması uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın kudreti geniştir. Fazileti umûmîdir. Mülk ve melekûtun acaiplikleri çoktur. ALLAH Teâlâ´nın kudreti dahilinde olanlar sonsuzdur. Seçmiş olduğu kullarının üzerindeki fazlının sonu yoktur. Ebu Yezid diyor ki: ´Eğer ALLAH sana Musa´nın münacâtını, İsa´nın ruhaniyetini ve İbrahim´in dostluğunu verse yine de O´ndan bunun ötesini iste! Çünkü O´nun katında bunun üstünde nice katlar daha vardır. Eğer bununla iktifa edersen seni perdeler. Bu ise onlar gibilerin belasıdır. Onların hallerinin benzerinde bulunanların da belasıdır. Çünkü onlar hadîste emselü fel emsel (sözüyle) kastolunanlardır´. Âriflerden biri şöyle demiştir: "Bana keşif âleminde kırk hûri gösterildi. Onları havada yürürken, sırtlarında altın, gümüş ve cevherlerden elbiselerle kırıtıp kıvranırken gördüm. Onlara bir kez baktım. Kırk gün cezalandırıldım. Sonra onlardan daha güzel seksen hûri gördüm. Bana dendi ki: ´Bu hûrilere bak!´ Ben ise secdeye kapadım. Onlara bakmamak için gözlerimi kapandım ve dedim ki: ´Mâsivandan sana sığınıyorum. Benim bu duruma ihtiyacım yoktur. Bunları bana gösterme!´ Böylece onları benden uzaklaş-tırıncaya kadar durmadan yalvardım". Bu keşiflerin benzerlerini, mükaşefeden mahrum olan mü´min kişinin inkâr etmesi uygun değildir. Eğer herkes sadece karanlık nefsinden görmüş olduğuna inanırsa, katı kalbinin verdiğini tasdiklerse, o zaman onun için iman yolları daralır. Bu haller birtakım yollardan geçtikten sonra ortaya çıkar. Birçok makamlara varıldıktan sonra elde edilirler. Bu makamların en aşağısı ihlâs makamıdır. Nefsin paylarını, halkın mülâhazasını, görünen ve görünmeyen bütün amellerden çıkarmaktır. Sonra onun halktan gizlemek için hal perdesiyle örtmeli ki sükût kalesinde mahsur kalmasın! İşte bunlar sülûklerin başlangıcı, makamların en azıdır. Oysa bu makamlar insanların en muttakîlerinde bile az görülür. Kalbi halka iltifat etmenin bulanıklığından tasfiye ettikten sonra onun üzerine yakîn nûru akar. Ona hakkın başlangıçları keşfolunur. Bunu denemeksizin ve yolun sülûkünü yapmaksızın inkâr etmek, tıpkı şekillendirdikten, temizledikten ve sır sürüldükten sonra demirde suretin inkişaf etme imkânını inkâr eden bir kimsenin inkârı yerine geçer. Bu kimse demirin parlaklığında kendi suretini görse dahi bu keşfe inanmaz. Bu bakımdan münkir bir kimse elindeki karanlık demir parçasına, o parçanın üzerinde biriken pas ve pislikler olduğu halde bakar ve görür ki bu demir parçası suretler-den hiç birini yansıtmıyor. Böylesi, o demirin cevheri göründüğünde karşıdaki insanın suretinin orada keşfolunma imkânını inkâr eder. Bunun inkârı cehalet ve dalâletin son derecesidir(!) İşte evliyaullahın kerametlerini inkâr eden herkesin hükmü budur; zira kerameti inkâr eden bir kimsenin istinadı kendisinin ve gördüğü kimselerin kerametten mahrum oluşudur. ALLAH´ın kudretini inkâr etmekte, bu ne kötü istinadgândır. Birşeye sülûk yapan velev ki yolun başlangıcında olsa bile keşfin kokularını duyar. Bişr´e şöyle denildi: - Sen bu mertebeye neyle vardın? - ALLAH Teâlâ´nın hâlimi ketmetmesine çalışıyorum. Bu sözün mânâsı ´ALLAH Teâlâ´dan hâlimi halktan gizlemesini talep ediyorum demektir´. Bir zât, Hızır´ı görüp kendisine şöyle dedi: Banim için ALLAH´a dua et! - ALLAH senin taatini kolaylaştırsın! - Daha fazlasını yap! - Bu ibadeti senin için örtsün! ´Bu ibadeti senin için örtsün´ sözünün mânâsının ´Ya halktan onu gizlesin´ veya O´nu senden gizlesin de sen ona iltifat etmeyesin´ demek olduğunu söylemiştir. Bir zât şöyle anlatır Hızır´a olan iştiyak durmadan kalbimi kemirdi. Bir defasında ALLAH Teâlâ´dan bence eşyanın en mühimi olan birşeyi bana öğretsin diye Hızır´ı bana göstermesini talep ettim. Bu dilek üzerine Hızır´ı gördüm. İsteğim bana galebe çalmadı ve ona şöyle dedim: -Ey Ebu Abbas! (Hızır´ın künyesidir). Bana öyle birşey öğret ki onu söylediğim zaman mahlukların kalbinden perdelenmiş olayım. O kalplerde benim hiçbir kıymetim kalmasın. Hiç kimse beni salihlik ve dindarlıkla tanımasın. - Şöyle söyle: ´Ey ALLAHım! Kalın örtünü üzerime ört! Perdelerini üzerime indir. Beni gaybının hazinesinde gizle! Kullarının kalbinden beni perdele!´ Râvî diyor ki: ´Hızır bunları söyledikten sonra kayboldu. Onu bir daha görmedim ve bundan böyle de ona karşı bir iştiyakım olmadı. Durmadan bu kelimeleri söylüyorum.´ Sonunda bu kişi öyle bir raddeye geldi ki zelil ve hor görülüyordu. Hasta islâm bayrağı altında yaşayan zimmîler bile onunla istihza eder, yanlarında kıymeti olmadığından dolayı yollarda onunla alay edip ona yüklerini taşıtırlar ve çocuklar onunla oynardı. Onun rahatı, kalbinin sükûneti; o zillet ve şöhretsizlik içerisinde halinin istikamet! idi. İşte ALLAH´ın velî kullarının hali böyledir, velîleri böylelerin arasında aramalıdır. Mağrur insanlar ise velîleri elbiselerin ve taylasanların altında ararlar. Halk arasında ilim, takvâ ve riyasetle şöhret bulanların içinde ararlar. Oysa ALLAH´ın, velîleri üze rindeki gayreti, onları gizlemeyi gerektirir. Nitekim ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Velî kullarım perdemin altındadır. Benden başkası onları tanımaz. Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyurmuştur: Nice saçı sakalı karışık, toz toprak içinde kalmış, sırtında eskimiş elbise bulunan kimseler vardır ki kendisine halk arasında önem verilmez. Eğer o, ALLAH üzerine yemin ederse, muhakkak ALLAH Teâlâ onu yemininde yalancı çıkarmaz.80 Kısacası; kalplerin bu mânâları koklamaktan en uzağı; mütekebbir kimselerin, nefislerini beğenenlerin, ilim ve ameliyle sevinenlerin kalpleridir. Bu, mânâlara en yakın kalpler ise kırık, nefsinin zilletini sezen kalplerdir. Öyle ki başkası tarafından zelil görülerek nefsinin zilletini sezer. Önem verilmediğinde zilleti hissetmez. Nitekim köle, efendisi kendisine karşı ne kadar büyüklük taslarsa taslasın efendisinin bu hareketinden zillet hissetmez. O halde bu şahıs zilleti hissetmediğinde, zillete iltifat etmediğini de sezmediğinde kendi nefsi katında zilletin bütün çeşitlerini nefsi için zillet olarak görmekten daha düşük bir derecede olur. Hatta nefsini bundan da alçak görür, tevazû tabii olarak ona sıfat olur. Bu gibi kalplerin o kokuların başlangıçlarım koklaması ümit edilir. Eğer biz bu kalbin benzerini kaybeder, bu ruhun benzerinden mahrum olursak, ehli için mümkün olana inanmamak bizim için uygun değildir. Bu bakımdan ALLAH´ın velî kullarından olmayan bir kimse hiç olmazsa onlara dost olsun, onların veliliğini tasdik etsin. Bu takdirde sevdiğiyle beraber haşrolunması umulur. Buna Hz. İsa´dan gelen şu rivayet şahidlik eder: Hz.İsa (a.s) İsrailoğulları´na şöyle sordu: ´Ekin nerde biter?´ ´Toprakta´ dedi-ler. Hz. İsa (a.s) ´Hakikî olarak size derim ki hikmet de ancak toprak gibi olan bir kalpte biter!´ ALLAH´ın veliliğine talip olanlar; bu veliliğin şartlarını talep etmekte, nefsi düşüklük ve millet derecesine düşürecek kadar ileri gitmişlerdir. Rivayet ediliyor ki Cüneyd-i Bağdâdî´nin hocası olan İbn Kerenbî´yi bir kişi üç defa yemeğe davet etti. Her defasında gelirken geri çevirdi. Sonra davet etti. Tekrar geldi. Dördüncü defa da onu içeriye alıp ´Neden kovulduğun halde tekrar davete icabet ettin?´ diye sordu. İbn Kerenbî dedi ki: ´Yirmi seneden beri nefsimi zillete alıştırdım. Bu hususta çeşitli riyazetlere başvurdum. Öyle ki nefsim köpek gibi oldu. Kovulduğunda gider. Kendisine bir kemik atılınca da dönüp gelir. Eğer sen beni elli defa kovsaydın, sonra beni davet etseydin yine icabet ederdim´. Yine İbn Kerenbî şöyle anlatıyor: ´Bir mahalleye yerleştim. O mahallede dindarlıkla tanındım. Dolayısıyla kalbimin huzuru dağıldı. Bir hamama girip güzel bir elbise çalıp o elbiseyi giydim. Sonra onun üzerine yamalı abâmı geçirdim. Çıkıp yavaş yavaş yürümeye başladım. Arkadan bana yetiştiler, yamalı abamı çıkardılar. Elbiseyi sırtımdan çıkarıp beni acıtacak derecede dövdüler. Bu hâdiseden sonra orada ´Hamam hırsızı´ diye tanındım. Böylece nefsim sükûnete kavuştu´. İşte selef nefislerini böyle eğitiyorlardı. ALLAH Teâlâ kendilerini halka bakmaktan kurtarıncaya kadar bu şekilde terbiyeye devam ederlerdi. Sonra kendi nefislerine bakmaktan da kurtulurlardı! Nefsine bakan bir kimse ALLAH´a karşı mahcubdur. Kişinin nefsi ile meşgul olması, kendisi için perdedir. Kalp ile ALLAH arasında perde yoktur. Ancak kalplerin uzaklığı; ALLAH´tan gayrisiyle veya kendi nefsiyle meşgul olmaktır. Perdelerin en büyüğü nefsin meşguliyetidir. Bu sırra binaen hikâye olunur ki: Dünyevî kıymeti büyük olan Bistam eşrafından biri Ebu Yezid Bistamî´nin meclisinden ayrılmıyordu. Birgün Ebu Yezid´e şöyle dedi: ´Ben otuz seneden beri bütün seneyi oruçla geçirir, orucumu bozmam. Uyumadan bütün geceyi ibadetle geçiririm. Kalbimde senin bu söylediğin ilimden birşey bulamıyorum. Oysa bu ilmi tasdik ediyor ve seviyorum´. Bunun üzerine Ebu Yezid dedi ki: - Eğer sen üçyüz sene oruç tutsan ve bütün geceleri ibadetle geçirsen yine bu ilimden bir zerre edinemezsin! - Neden? - Çünkü kendi nefsin önünde perdedir. - Bunun çare ve ilâcı var mıdır? - Evet, vardır! - Bana söyle ki tatbik edeyim! - Kabul etmezsin! - Bana söyle de yapayım! - Şimdi berbere git! Saç ve sakalını tıraş et. Şu sırtındaki elbiseyi çıkar, bir abaya bürün. Boynuna ceviz dolu bir torba as!Çocukları etrafına topla ve de ki: ´Bana bir yumruk vurana bir ceviz vereceğim!´ Çarşıya gir! Memleketin eşrafının yanlarına git ve seni tanıyanlara uğrayarak gez! Bütün bu durumlarda aba sırtında, torba da boynunda olsun! - SübhânALLAH! Bana böyle şeyleri mi teklif ediyorsun! - Senin SübhânALLAH demen şirktir! - Bu nasıl olur? - Sen nefsini büyüttüğünden dolayı onu tesbih ettin, rabbini değil! - Senin bu söylediğini yapamam! Fakat bana başka bir yol göster! - Her şeyden önce bu söylediğimi yap! - Buna gücüm yetmez! - Zaten sana kabul etmeyeceğini söylemiştim! İşte Ebu Yezid´in söylediği bu söz, nefsine bakmak suretiyle hastalanan, halkın kendisine bakmasıyla fitneye mâruz kalan bir kimsenin tedavisidir. Böyle bir hastalıktan bu ve buna benzer tedavilerden başka hiçbir tedavi insanı kurtaramaz. Bu bakımdan tedaviye gücü yetmeyen bir kimse, hastalıktan sonra nefsini tedavi eden veya hiçbir zaman böyle bir hastalığa giriftar olmayan bir kimse hakkında şifa bulmanın imkânını inkâr etmemelidir. O halde sıhhat derecelerinin en azı, sıhhatin mümkün olmasına inanmaktır. Öyleyse şu azıcık nasipten de mahrum olan bir kimseye yazıklar olsun! Bunlar şeriatta apaçık şeylerdir. Buna rağmen kendini şeriat âlimlerinden sayan bir kimsenin katında pek uzak sayılırlar! Bir şeyin azı onun katında çoğundan daha sevimli ve bilmemesi bilmesinden kendisine daha sevimli olmadıkça, kul imanın kemâline eremez.81 Kimde şu üç haslet varsa onun imanı kemâle ermiştir: a) ALLAH katında hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. b) Amelinde riyakârlık yapmaz, c) Kendisine iki şey arzolunduğunda, o emirlerin biri dünya, diğeri ahiret için olursa, ahiret için olanı, dünya için olana tercih eder.82 Bir kulun imanı şu üç haslet onda olmadıkça kemâle ermez, a) Öfkelendiği zaman öfkesi kendisini haktan uzaklaştırmayan. b) Razı olduğunda rızası kendisine bâtıla sokmayan, c) Gücü yettiğinde hakkı olmayanı almayan.83 Üç haslet vardır ki, onlar kime verilmişse o kimseye Dâvud´un (a.s) âline verilenin benzeri verilmiş demektir. Ne rıza ne de öfke halinde adaletten ayrılmamak, ne zenginlik ne de fakirlik halinde ayrılmamak, gizlide ve açıkta ALLAH´tan korkmak!84 Hz. Peygamber iman sahipleri için bu şartları zikretti. Bu bakımdan din âlimi iddiasında bulunup da nefsinde bu şartların zerresine tesadüf edilmeyen kimseye şaşmak gerekir. Bu kimsenin ilimden ve akıldan nasibi, ancak imanının ötesinde bulunan yüce makamları geçtikten sonra elde edileni inkâr etmek olur. ALLAH Teâlâ peygamberlerinden birine (şöyle) vahyetti: Ben ancak dostluğum için; zikrimden gevşemeyen, benden başka hedefi olmayan, kullarımdan birini bana tercih etmeyen, ateşle yakılsa ateşin acısını duymayan, testereyle biçilse elem hissetmeyen bir kimseyi seçerim. Sevgi kendisini bu şekilde mağlub etmemişse sevginin arkasındaki kerâmet ve keşfi bilir. Oysa bütün bunlar sevginin ötesindedir. Sevgi de iman kemâlinin ötesinde... İmanın eksiklik ve fazlalıktaki makamları ve değişikliği hesaba gelmeyecek kadar çoktur. Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir´e hitaben şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ sana ümmetimden bana her iman edenin imanı kadar vermiştir. Bana da Adem´in (a.s) evladından kendisine iman edenlerin imanı kadar vermiştir.85 ALLAH Teâlâ´nın üç yüz ahlâkı vardır. Kim onun huzuruna o üç yüz ahlâkın biriyle ahlâklanıp da tevhidle beraber varırsa cennete girer. Bu söz üzerine, Hz. Ebubekir (r.a) şöyle sordu: - Ey ALLAH´ın Resûlü! Bende o ahlâklardan biri var mı? - O ahlâkların hepsi sende vardır. O ahlâkların ALLAH katında en sevimlisi de cömertliktir.86 Göklerden sarkıtılmış bir terazi gördüm. Bir kefesine ben konuldum. Ümmetim de ikincisine konuldu. Ben daha ağır bastım. Ebubekir o terazinin bir kefesine konuldu. Ümmetim diğer kefesine konuldu. Ebubekir daha ağır bastı.87 Bütün bunlara rağmen, Hz. Peygamber´in ALLAH´ın sevgisinde fâni olması öyle bir raddeye gelmişti ki ALLAH´tan başkasıyla dostluk yapmak için orada yer kalmamıştı. Nitekim şöyle buyurmuşlardır: Eğer ben insanlardan bir dost edinseydim, muhakkak Ebubekir´i dost edinirdim. Fakat sizin arkadaşınız ALLAH´ın dostudur.88 ´Arkadaşınız´ tâbiriyle kendi nefsini kastetmiştir. 80) Müslim 81) Ebu Mansur Deylemî 82) Ebu Mansur Deylemî 83) Taberânî 84) Hadis-i Garib´dir. Daha önce geçmişti. 85) Ebu Mansur Deylemî 86) Taberânî 87) İmam Ahmed, (Ebu Umame´den) 88)Müslim ve Buhari |
|
![]() |
#6 |
![]() Bu Bölümün Hâtimesi
Kitabı, muhabbetlerle ilgili çeşitli sözlerle sona erdirelim. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Muhabbet, Hz. Peygamber´e tâbi olmaktır´. Bir başkası ´Zikrin devamıdır!´ demiştir. Başkası ´Mahbubu tercih etmektir!´ demiştir. Başkası ´Dünyada bâki kalmayı istememektir!´ demiştir. Bütün bunlar muhabbetin meyvelerine işarettir. Muhabbetin kendisine gelince bu tariflerin hiçbiri ondan bahsetmemiştir. Bazıları da ´Muhabbet, kalpleri idrâkinden kahredici, dilleri kendisini tâbir etmekten menedici bir mânâdır´ demişlerdir. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ herhangi bir şeye ilgi duyan kimseye muhabbeti haram kılmıştır´. Yine şöyle demiştir: ´Her muhabbet karşılıklı olur, onun karşılığı ortadan kalkınca o da kalkar!´ Zünnün-i Mısrî şöyle demiştir: "ALLAH´a muhabbetini izhar edene ´ALLAH´tan başkasına eğilmekten sakın!´ de!" Şiblî´ye denildi ki: ´Bize ârif ile muhibbi vasıflandır!´ Cevap ola-rak dedi ki: ´Ârif konuşursa helâk olur, muhib ise sükût ederse helâk olur!´ Şiblî şöyle dedi: Ey kerîm olan seyyid! Sevgin içimde yerleşmiştir. Ey gözümden uykuyu kaldıran! Sen kalbimden geçeni bilirsin. Ben ´muhabbeti hatırladım´ diyene şaşarım! Ben unutur muyum ki unuttuğumu hatırlamış olayım! Seni hatırladığımda ölür, sonra yeniden dirilirim. Eğer hüsn-ü zannım olsaydı dirilmezdim. Temenni ile dirilir, şevk ile ölürüm! Senin için nice dirilir, nice ölürüm. Muhabbeti, fincan arkasında fincan dolusu içtim; ne şarab bitti, ne de ben kandım! Keşke onun hayali gözümün önünde olsaydı. Bakışımda kusur etseydim de kör olsaydım! Rabiat´ul-Adeviye birgün şöyle demiştir: ´Bizi habibine muttali eden kimdir?´ Onun cariyesi dedi ki: ´Habibimiz beraberimizdedir! Fakat dünya bizi ondan ayırmıştır´. o İbn Celâ (r.a) şöyle demiştir: ALLAH Hz. İsa´ya (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ben bir kulumun sırrına muttali olduğumda orada dünya ve ahiret sevgisini görmezsem kendi sevgimle onu doldururum. Kendi hıfzımla onu korurum´. Denildi ki: ´Semnun birgün muhabbet hakkında konuştu. O anda önüne bir kuş konuverdi. Gagasından kan gelinceye kadar yeri deşti´. İbrahim b. Edhem dedi ki: İlâhî! Sen, bence, bana ikram etmiş olduğun muhabbetine, zikrinle bana ihsan ettiğin ünsiyetine ve azametin hakkında düşünmek için bana vermiş olduğun imkâna nisbetle cennetin bir sivrisinek kanadına denk olmadığımı biliyorsun! Sırrî es-Sekatî şöyle demiştir: ´ALLAH´ı seven yaşar! Dünyaya meyleden şaşar! Ahmak bir kimse sabah ve akşam bir hiç uğrunda koşar. Akıllı o kimsedir ki ayıplarını deşer!´ Rabia Hatun´a ´Hz. Peygamber´i seven ne durumdadır?´ dendi. Dedi ki: ´ALLAH´a yemin olsun! Onu çok seviyorum. Fakat yaratanın sevgisi beni yaratılmışların sevgisinden uzaklaştırdı´. Hz. İsa´ya ´amellerin en faziletlisi´ sorulduğunda,cevap olarak şöyle demiştir: ´ALLAH´tan razı olmak ve ALLAH için sevmek!´ Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Muhib ne dünyayı ne de ahireti se-ver. Ancak mevlâsının zatını sever´. Şiblî şöyle demiştir: ´Sevgi, lezzette şaşkınlık, saygıda ise hay-ranlıktır´. Denildi: ´Sevgi senin eserini senden silmek, öyle ki senden bir şeyi sende bırakmamak demektir´. Denildi: ´Sevgi kalbin sevinmesi ve müjdelenmekle mahbuba yaklaşmasıdır´. Havvas şöyle demiştir: ´Muhabbet iradeleri yok etmektir. Sıfatı ve hâcetlerin tümünü yakmaktır´. Sehl´e ´muhabbetin mânâsı´ soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Kul ALLAH´ın müşahedesinden, gayenin ne olduğunu anlayınca, ALLAH´ın kulunun kalbini müşahedesine meylettirmesidir´. Muhibbin muamelesi dört derece üzerinedir: Muhabbet, heybet, hayâ ve tazimi Bunların en üstünü tazim ile muhabbettir. Çünkü bu iki derece, cennette bile cennet ehliyle beraber kalırlar. Cennet ehlinden bu iki dereceden başka ne varsa hepsi kaldırılır. Harem b. Hibban şöyle demiştir: ´Mü´min rabbini (c.c) tanıdığında sever! Sevdiğinde yönelir. Yönelmenin lezzetini tattığında şehvet gözüyle dünyaya, fetret gözüyle ahirete bakmaz. Bu, dünyada üzüntü çekmesi ve ahirette rahatlaması demektir´. Abdullah b. Muhammed şöyle demiştir: Abide kadınların birinden dinledim. Ağlıyor ve gözyaşları yanaklarının üzerine aktığı halde şöyle diyordu: ´ALLAH´a yemin ederim! Hayattan bıktım. Öyle ki ölümün satıldığını görsem, ALLAH´a olan iştiyakım ve mülâkatına olan sevgimden dolayı onu satın alırdım´. Kendisine ´Sen ameline güvenir misin?´ diye sordum. Cevap olarak şöyle dedi: ´Hayır! Ben bunu ALLAH´ı sevdiğimden ve hakkında hüsn-ü zan yaptığımdan dolayı seviyorum. O´nu sevdiğim halde bana azap edeceğini sanır mısın?´ ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a şöyle vahyetti: Eğer benden kaçanlar onları nasıl beklediğimi ve onlara nasıl merhamette bulunacağımı, günahlarını terketmeleri için nasıl iştiyakım olduğunu bilselerdi, muhakkak bana olan iştiyaklarından ötürü hemen ölmek isterlerdi. Benim sevgimden mafsalları paramparça olurdu. Ey Davud! İşte bu, benden uzaklaşanlar hakkındaki irademdir. Acaba bana yönelenler hakkındaki irademin nasıl olduğunu düşün!. Ey Dâvud! Kulum bana en fazla muhtaç olduğu zaman, benden müstağni olduğunu zannetti. Benim kuluma en fazla rahmet ettiğim zaman, bana sırt çevirdiği zamandır. Kulumun en büyük olduğu zaman, bana yöneldiği zamandır. Ebu Halid es-Saffar şöyle demiştir: ´Peygamberlerden biri bir abide rastladı ve ona dedi ki: ´Siz âbidler korku ve ümitle amel ediyorsunuz. Oysa biz peygamberler muhabbet ve şevkle amel ediyoruz´. Şiblî şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ Dâvud kuluna şöyle vahyetti: ´Ey Dâvud! Benim hatırlamam, hatırlayanlar içindir. Ben ise özellikle sevenler içinim´. ALLAH Teâlâ Adem´e (a.s) vahyederek şöyle buyurmuştur: ´Ey Âdem! Bir dostu seven, onun sözünü tasdik eder. Habibine ünsiyet veren, fiiline razı olur. O´na müştâk olan O´nun yolunda var kuvvetiyle gider´. Havvas göğsünü yumruklayarak şöyle diyordu: ´Beni görüp, benim kendisini görmediğim iştiyakım hazır ol!´ Cüneyd şöyle demiştir: Yunus (a.s) iki gözü kör oluncaya kadar ağladı, Sırtı kamburlaşıncaya kadar ibadet etti. Kötürüm oluncaya kadar namaz kıldı ve şöyle dedi: ´(Ey RABBİM!) Senin izzet ve celâline yemin ediyorum! Eğer benimle aranda ateşten bir deniz ol-saydı, sana olan iştiyakımdan dolayı o denize dalardım´. Hz. Ali´den (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´e sünnetini sordum, şöyle buyurdu: Marifet benim sermayemdir. Akıl dinimin esasıdır. Sevgi temelimdir. Şevk bineğimdir. ALLAH´ın zikri enîsimdir. Güvenmek hazinemdir. Mahzun olmak arkadaşımdır. İlim silahımdır. Sabır abamdır. Rıza ganimetimdir. Âcizlik medarı iftiharımdır. Zâhidlik sanatımdır. Yakîn gıdamdır. Doğruluk şefaatçımdır. Taat sevgimdir. Cihad ahlâkımdır. Gözümün aydınlığı namazdadır.89 Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: ´Ruhları mücehhez ordular ya-pan ALLAH, müşriklerin dediğinden münezzehtir. Bu bakımdan âriflerin ruhları celâlî (celâl sıfatına mensub) ve kudsîdir. Ârifler ALLAH´a müştâk oldular. Mü´minlerin ruhları ruhânîdir, çünkü mü´minler cennete meylettiler. Gafillerin ruhları hevâîdir, çünkü dünyaya meylettiler´. Meşâyihten biri şöyle demiştir: Lükam (Şam´ın dağlarından biridir. Abidler orada bulunurdu) dağında rengi esmer, bedeni zayıf bir kişi gördüm. O, taştan taşa sıçrıyor ve şöyle diyordu: Aşk ile hevâ, beni gördüğün gibi yaptılar! Denilmiştir ki: ´şevk ALLAH´ın ateşidir. ALLAH o ateşi velî kul-larının kalplerinde yakmıştır! Öyle ki onunla onların kalplerinde bulunan düşüncelerin, iradelerin, gelip geçici şeylerin ve ihtiyaçların hepsini yakmıştır´. İşte muhabbet, ünsiyet, şevk ve rıza´nın beyanı hakkında bu kadarı kâfidir. Doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır! Böylelikle Muhabbet, Şevk, Rıza ve Ünsiyet bölümü sona ermiş bulunuyor. ALLAH´ın izniyle bunun ardından Niyet, İhlâs ve Sıdk ile ilgili bölüm gelecektir! 89) Kadı Iyaz, (Hz. Ali´den) |
|
![]() |
#7 |
![]() Muhabbet´in Hakikati, Sebepleri, Kulun ALLAH´a Olan Muhabbetinin Mânâsı
Bu fasıldan gaye, muhabbetin hakikatinin ancak ALLAH´ın marifetiyle keşf olunacağını, sonra şartlarının ve sebeplerinin marifetini, bütün bunlardan sonra ALLAH hakkındaki mânâsının tahkik ile keşfolunacağını anlatmaktır. Birinci Esas Marifet ve idrâkten önce, muhabbetin olması düşünülemez; zira insan ancak tanıdığını sever, cansız bir şeyin sevgiyi idrak etmesi düşünülemez. Sevmek, idrâk eden dirinin özelliğidir. Sonra idrâk olunanlar idrâk edenin tabiatına uygun ve zevk verici tabiatına zıt olan nefret ve elem verici ve tabiatına ne zevk, ne de elem vermeyen kısımlara bölünür. Bu bakımdan idrâkinde bir lezzet ve rahat olan herşey, idrâk edenin nezdinde güzeldir. İdrâkinden elem duyulan herşey, idrâk edenin nezdinde kötüdür. Kendisinde ne elem, ne de lezzet olan şey ne güzel, ne de çirkindir. Madem ki durum budur, her lezzetli kendisinden lezzet alanın nezdinde sevimlidir. Sevimli olmasının mânâsı tabiatta ona karşı bir meyil olması demektir ve nefret edilmesinin mânâsı tabiatının ondan nefret etmesidir. Bu bakımdan sevgi, lezzetli şeye tabiatın meyletmesinden ibarettir. Eğer o meyl artarsa, ona aşk adı verilir. Buğz, yorucu ve elem verici şeyden tabiatın nefret etmesinden ibarettir. Bu kuvvet bulursa adına makt denir. İşte sevginin hakikatinde esas budur. İkinci Esas Sevgi, idrâk ve marifete tabi olduğundan, şüphesiz ki idrâk edenler ve duyular hasebiyle bölünür. Bu bakımdan her duyu idrâk olunanların bir türünü hisseder. Bunların her birinin de idrâk olunanlarda lezzeti vardır. O lezzetten dolayı tabiatın ona meyli vardır. Bu bakımdan onlar sağlam tabiatın nezdinde güzeldir. Öyleyse gözün lezzeti; görmekte, güzel görünenleri idrâk etmekte, lezzet veren güzel suretleri hissetmektedir. Kulağın lezzeti vezinli ve güzel nağmelerdedir Koku duyusunun lezzeti güzel kokulardadır. Zevkin lezzeti yemeklerdedir.Dokunmanın lezzeti yumuşaklıktadır. Duyularla idrâk edilen bu şeyler zevkli olduklarından dolayı sevimli olurlar. Yani sağlam tabiat bunlara meyleder. Hatta Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nûru namaz!9 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber güzel kokuya mahbub adını vermiştir. Malumdur ki güzel kokuda ne gözün, ne de kulağın nasibi vardır. Sadece burnun nasibi vardır. Kadınlara da mahbub demiştir. Oysa onlarda da sadece dokunmanın zevki vardır. Burnun, dilin ve kulağın nasibi yoktur. Namaza göz aydınlığı adını vermiş ve onu mahbubların en sevimlisi kılmıştır. Oysa beş duyunun namazda hiçbir nasibi olmadığı malumdur. Namazdan zevk alan altıncı bir duyudur. Onun yeri kalptir. Onu ancak kalp erbabı olan bir kimse idrâk edebilir. Beş duyunun lezzetlerinde hayvanlar da insanlara ortaktır. Eğer sevgi sadece beş duyunun idrâk ettiklerine bağlı olsaydı ´ALLAH duyularla idrâk olunmaz. Hayalde de temsil edilemez. Bu bakımdan sevilmez´ denilseydi, bu durumda insanın özelliği iptal olunurdu ve kendisini hayvanlardan ayıran akıl veya nur veya kalp veyahut itiraz etmeksizin başka ibarelerde tabir edilen özelliği ve altıncı hissi ortadan kalkardı. Bu da uzak bir ihtimaldir. Bu bakımdan bâtınî basiret, zahirî gözden daha kuvvetlidir. Kalp, gözden daha iyi kavrar. Aklen idrâk edilen mânâların güzelliği, gözle görünen zâhir suretlerin güzelliğinden daha büyüktür. Bu bakımdan duyularla idrâk etmekten yüce olan ilâhî ve şerefli şeylerden kalbin idrâk etmesiyle meydana gelen daha kusursuzdur. Öyleyse sağlam tabiatın zevki, sıhhatli aklın buna meyli daha kuvvetlidir. Zaten sevginin mânâsı idrâkinde zevk duyulana meyletmekten başka birşey değildir. Nitekim bunun tafsilatı gelecektir. Durum bu olduktan sonra ALLAH sevgisini, ancak kusurluluğun kendisini hayvanların derecesine indirdiği, duyuların idrâkinden öteye geçemeyen kimse inkâr eder. Üçüncü Esas İnsanın kendi nefsini sevdiği gizli değildir. Nefsi için başkasını sevmesi de bir hakikattir; acaba başkasını, nefsi için değil de onun zatından dolayı sevmesi düşünülebilir mi? İşte zayıflar için çözülmesi zor olan nokta budur. Hatta zayıflar insanın başkasını, onun zatından dolayı sevmesinin düşünülemeyeceğini zannederler. Ancak onda onun zatını idrâk etmekten başka, sevene yönelen bir pay olursa durum değişir. Hakikatte ise, böyle bir sevgi mümkündür ve vardır. 9) Nesâî |
|
![]() |
#8 |
![]() Ahiret´teki Faziletin Dünya´daki Marifet´e Üstünlüğü
İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla ALLAH´ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür. Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görür. Fakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk eder. Bu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmez. Çünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur. Fakat ancak vuzuh ve keşfin fazlalığıyla meydana gelir; zira görünen suret, görmeden ötürü, daha iyi vuzuha kavuşmuştur. Bu, seher zamanında henüz gün ışığı yeryüzüne yayılmadan önce görünen bir şahıs gibidir. Sonra ışığın huzmeleri iyice yayıldığında aynı şahıs görünür, fakat gören iki durumu birbirinden ayıramaz. Ancak fazla inkişaf hususunda bir ayrılık yapabilir. Durum bu olunca hayal, idrâkin ilk basamağıdır. Görme hayal idrâkinin kemâle ermiş şeklidir. Bu da keşfin son raddesidir. Buna rüyet adı verilir. Gözde olduğundan dolayı değil, keşfin son raddesi olmasından dolayı bu isim verilir. Eğer ALLAH Teâlâ, bu kâmil idrâki mesela alında, göğüste yaratmış olsaydı yine bu kâmil idrâke rüyet adı verilirdi. Hayal edilenler hakkında bunu anladığında bil ki teşekkül etmeyen malumatların marifet ve idrâki için de hayalde iki derece vardır: Birincisi: İlk derecedir, ikincisi de onu tamamlayandır. İlk derece ile ikinci derece arasında tıpkı görülen ile hayal edilen arasında vuzuhun fazlalığındaki fark kadar farklılık vardır. Bu bakımdan birincisine nazaran ikincisine de müşahede, mülakat ve rüyet adı verilir. Bu adlandırma hakikattir. Çünkü rüyete keşfin en son raddesi olduğundan dolayı rüyet adı verilmiştir. Nasıl ki ALLAH Teâlâ´nın sünneti, göz kapaklarını kapatmak, rüyet ile olan keşfin tamamını menetmekle câri olmuşsa ve bu kapatış göz ile görünen arasında bir perde oluyor, görüşün hâsıl olması için o perdenin kalkması gerekiyor ve kalkmadıkça hâsıl olan idrâk mücerred hayalden ibaret oluyorsa, tıpkı onun gibi, Sünnetullah´ın gereğidir ki nefis beden arızalarıyla ve şehvetlerin isteğiyle, kendi-sine galebe çalan beşerî sıfatlarla perdeli kaldıkça, müşahedeye, hayalin haricinde olan malumattaki mülakata varamaz. Bu hayat, göz kapaklarının gözün görmesine perde olması gibi zarurî olarak onların önünde perdedir. Neden perde olduğu hakkındaki söz oldukça uzun sürer. Burada onu deşmek uygun düşmez. Sen beni göremezsin!(Araf/43) Gözler onu idrâk edemezler.(En´âm/103) Doğru olan Hz. Peygamber´in (s.a) mirac gecesinde ALLAH Teâlâ´yı görmediğidir.19 Bu bakımdan ne zaman ölümle perde kalkarsa, nefis dünyanın bulanıklıklarıyla mülevves olarak kalır, onlardan tamamen sıyrılamaz. Her ne kadar farklı işler de... Nefislerden bazılarında necaset ye pas birikmiştir. Pasın uzun zaman onun üzerinde birikip yerleşmesiyle cevheri bozulmuş ayna gibi olur. Ne ıslahı kabul eder, ne temizlenmeyi... İşte ebediyyen rablerinden mahrum olan nefisler bunlardır. Nefsin bu korkunç durumundan ALLAH´a sığınırız! Başka bir kısmı vardır ki dünya bulanıklığı onda, tabii nitelik haline gelmemiştir. Islahı ve düzelmeyi kabul etmekten çıkmamıştır. Pasını giderecek derecede ateşe arzolunur ki müşahedeye elverişli olsun. Bu bakımdan temizleninceye kadar ateşte yakılır. O yakılışın en azı bir lâhzadır. Mü´minlerin en fazla ateşte kalacakları müddet haberlerde vârid olduğu gibi20 yedi bin senedir. Bu âlemden göç eden bir nefise az da olsa muhakkak bir toz ve bulanıklık refakat eder. İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur, Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız.(Meryem/71-72) Bu bakımdan her nefsin ateşe varacağı kesindir. Fakat ateşten çıkacağı kesin değildir. Ne zaman ALLAH Teâlâ nefsin temizlenmesini kemâle erdirirse, kader de miadını doldurursa, şeriatın va´dettiği hesap ve ALLAH´ın huzuruna arzolunma ve benzeri yerine getirilirse ve cennete müstehak olmayı hak ederse ki bu da mübhem bir vakittir. ALLAH´tan başka mahlukâtından hiç kimse buna muttali olamaz, çünkü bu kıyametten sonra vâki olacaktır. Kıyamet´in vakti ise meçhuldür işte o zaman kişi, nefsinin tasfiyesiyle ve bulanıklıklarından temizlemekle meşgul olur. Artık öyle ki onun yüzünde ne bir toz, ne bir duman belirtisi kalır. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ orada tecelli eder. ALLAH Teâlâ, ona öyle bir şekilde tecelli eder ki o tecelinin inkişafı, bildiğinin inkişafına nisbeti, tıpkı hayal ettiğin aynanın tecellisinin inkişafına nisbeti gibidir. İşte rüyet diye adlandırılan tecelli ve müşahede budur. Durum bu olunca, rüyet haktır. Şu şartla ki rüyetten bir cihet ve mekanda düşünülen ve hayal edilen özel bir varlığın olduğu anlaşılmasın. Çünkü Rabb´ul-erbab bundan yüce ve münezzehdir. Dünyada O´nu hayal, tasavvur, şekil ve suret takdir etmeksizin tam bir hakîkatla tanıdığın gibi, ahirette de öyle görürsün. Hatta dünyada hâsıl olan marifettir ki ahirette tekamül ede ede keşif ve vuzuhun kemâline erişir. Bu sefer müşahedeye inkılâb eder. Ahiretteki müşahede ile dünyadaki malum arasında ancak keşif ve açıklığın fazlalığı cihetiyle fark vardır. Tıpkı hayalin rüyet ile tekamül etmesi hususunda verdiğimiz misal gibi... Öyleyse ALLAH´ın marifetinde ne bir suretin isbatı, ne de bir cihetin tâyini vardır. O marifetin aynısını tekamüle erdirmesinde ve keşfin zir-vesine ulaştırmasında da ne cihet vardır, ne suret! Çünkü bu keşif derecesine gelen marifet, öbür marifetin aynısıdır. Aralarındaki fark keşfin ziyadeliğidir. Tıpkı görünen suretin, hayal edilen sure-tin ta kendisi olduğu gibi... Ancak keşfin ziyadesinde aralarında fark vardır. (O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: ´Ey RABBİMiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!´Tahrim/3) Zirâ nûrun tamamlanması, ancak keşfin artışında tesir eder. ALLAH´ın cemâline bakmanın derecesi, ancak dünyada ârif olanlar için söz konusudur. Çünkü âhirette müşahedeye inkılâb eden tohum marifettir. Nitekim çekirdeğin ağaca, tohum tanesinin ekine dönüştüğü gibi... Arazisine çekirdek ekilmeyen bir kimsenin hurma ağacının bitmesini beklemesi boştur. Tohum serpmeyen bir kimse nasıl ekin biçer? Bunun gibi ALLAH´ı dünyada tanımayan bir kimse ahirette cemâlini nasıl görür? Marifet değişik dereceler üzerinde olduğu için tecelli de değişik dereceler üzerindedir. Bu bakımdan marifetlerin ihtilâfına nisbeten tecelinin ihtilâfı, tohumun değişikliğine nisbeten bitkilerin değişmesi gibidir; zira bitkilerin; tohumun çokluğu, azlığı, güzelliği, kuvveti ve zayıflığı nisbetinde değiştiğinde şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, umumî olarak bütün insanlara, hususi olarak Hz Ebubekir´e tecelli eder.21 Bu nedenle marifet bakımından Hz Ebubekir´den eksik olanların cemâle bakmaktan Ebubekir´in aldığı lezzeti aldıklarını sanmak uygun değildir. Bu kimse Hz. Ebubekir´in aldığı zevkin binde birini ancak alır. Eğer dünyadaki marifeti Hz. Ebubekir´in marifetinin binde biri ise, Hz. Ebubekir´in (r.a) göğsünde yerleşen bir sırdan ötürü peygamberlerin dışında kalan diğer insanlara üstün kılındığında şüphe yoktur. Bu nedenle de kendisine mahsus bir tecelli ile de onlardan üstün oldu. Tıpkı dünyada riyaset zevkini, yemek ve evlenmek lezzetine, ilim lezzetini göklerin ve yerin müşahedesinin inkişafı lezzetine ve ilâhî işlerden diğerlerinin lezzetini cennet nimetine tercih ettikleri gibi... Zira cennetin nimetleri de yemek ve nikâha dönüşür. Bunlar o kimselerdir ki dünyada onların halleri, vasıflandırdığımız ilim, marifet, rubûbiyet esrarına muttali olmanın lezzetini evlenmenin, yemenin, içmenin lezetine tercih ederler. Oysa diğer insanlar bu şeylerle meşgul olurlar. Rabiat´ül-Adeviye´ye ´Cennet hakkında ne dersin?´ diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir: ´Önce komşu, sonra ev!´ Böylece Rabia hatun kalbinde cennete değil, cennetin rabbine iltifat olduğunu belirtmiş oldu. Kim dünyada ALLAH´ı tanımamış ise, ahirette de (cemâlini) göremez. Kim dünyada marifet lezzetini tatmamışsa ahirette de bakış lezzetini tatmayacaktır; zira ahirette hiç kimse beraberinde getirmediği bir şeye yeniden başlayamaz. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Kişi ancak neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur, neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür. Bu bakımdan sadece beraberinde getirdiği marifetten nimetlenir. Ancak o marifet, perdenin kalkmasıyla müşahedeye inkılâb eder, mâşukasının hayali olan sureti, hakîki surete inkılâb ettiğinde aşığın lezzetinin kat kat arttığı gibi, onun da müşahededen ötürü lezzeti kat be kat artar; zira onun lezzetinin en son varacağı nokta odur. Cennetin hoşluğu şudur ki herkes neyi isterse orada o verilir. Bu bakımdan ALLAH´ın (manevî) mülakatından başka bir şeyi iştahı çekmeyen bir kimse için o mülakatın gayrisinde lezzet yoktur. Hatta bu kimse çoğu kez ALLAH´ın mülakatından başka şeylerden eziyet görür! Cennetin nimeti, ALLAH´a olan sevgi nisbetindedir. ALLAH sevgisi ise, marifeti nisbetindedir. Bu bakımdan saadetlerin aslı. şeriat lisanında iman diye ifade edi-len marifetin ta kendisidir. İtiraz: Rüya lezzeti, eğer marifet lezzetine nisbeten varsa, bu pek az bir şeydir, marifet lezzetinin birkaç misli olsa dahi... Çünkü marifet lezzeti dünyada zayıftır. Onu artırması, kuvvet bakımından cennetin diğer nimetlerini hakir saydıracak dereceye varamaz. Cevap: Marifet lezzetini bu şekilde azımsamak, marifetten uzak olmaktan sudur eder. Bu bakımdan marifetten olan bir kimse onun lezzetini nasıl idrâk edebilir? Böyle bir kimsede zayıf bir marifet varsa dahi, kalbi meşgalelerle dolu iken marifetin lezzetini nasıl idrâk edebilir? Bu bakımdan ârifler için marifetlerinde, fikirlerinde, ALLAH ile olan münâcatlarında birtakım lezzetler vardır ki eğer o âriflere dünyada bu lezzetlerin yerine cennet arzedilse, bunları cennet lezzetiyle değiştirmezler. Sonra bu lezzet, kemâline rağmen asla mülakat ve müşahede lezzetiyle mukayese edilemez. Mâşuku(nun cemâlini) hayal etmenin lezzetinin, görme lezzetine nisbet edilemeyeceği gibi ve nasıl ki iştah çekici yemeklerin koku-larını almanın lezzeti, onları bilfiil tadmasına, ellemenin lezzeti, cinsî münasebetin lezzetine nisbet edilmezse tıpkı onun gibi... Bunların ikisi arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek ancak bir misal vermek suretiyle mümkün olur. Dünyada mâşukun yüzüne bakmanın zevki çeşitli sebeplerden dolayı, değişik manzaralar arzeder. Birincisi: Mâşukun cemâlinin kemâl veya eksikliğidir; zira en güzele bakmaktaki zevk, şüphesiz ki daha büyük olur. İkincisi: Sevgi, şehvet ve aşk kuvvetinin kemâlidir. Bu bakımdan aşkı kabaran bir kimsenin zevk alması, şehveti ve zevki cılız olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Üçüncüsü: İdrâkin kemâlidir. Bu bakımdan kişinin, mâşukasını karanlıkta veya ince bir perdenin arkasından veya uzakta görmesinin lezzeti, perdesiz, yakından idrâk edip ışığın çok olduğu zaman görmekten aldığı zevke benzemez. Kişinin hanımıyla üzerinde bir elbise olduğu halde yatmaktan duyduğu zevk, elbisesiz olarak yatmaktan aldığı zevk gibi olmaz. Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidir. Bu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Bu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşün. Aşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir. Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, ALLAH´ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktır. Akreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidir. Sevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn´e iltifat etmesinin misalidir. Bu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridir. Ârif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamaz. Hiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez. Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezler. Şüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünür. Onun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelir. Fakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-ge-çer. Çok az devam eder. Meşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelir. Bu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettir. Bu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olur. Hoş hayat ise ancak ölümden sonradır. Hayat ancak ahiret hayatıdır: Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi.(Ankebut/64) Kim bu mertebeye varmışsa o, ALLAH ile mülakatı sever. Dolayısıyla ölümü sever. Ölümden tiksinmez. Ancak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemez. Çünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yoktur. Bu bakımdan ALLAH´ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldir. ALLAH´ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça ahiretteki nimet çoğalır. Nitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi... Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardır. Bu ancak kalp toprağına ekilir. Biçmek de ancak ahirette olur. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Saadetlerin en faziletlisi ALLAH´a ibadette uzun ömürdür. Zira marifet ancak uzun ömürde, tefekküre devam etmek, mücahedeye ve dünyanın mânilerinden uzaklaşmaya, ahiret talebine koyulmaya devam etmek suretiyle uzun ömürde kemâle erer, çoğalır ve gelişir. Bu, şüphesiz ki zaman ister. Bu bakımdan kim ölümü severse, onu şu noktadan sevmiş olur: Nefsini, marifette durmuş ve marifette mümkün olan mertebenin zirvesine varmış görür. Ölümü istemeyen bir kimse de şundan dolayı istemez: Uzun ömürle kendisine hâsıl olacak marifet artışını ümit eder. Nefsini eğer yaşarsa yükleneceği vazifede kusurlu görür. İşte bu, marifet ehli nezdinde ölümü istememesinin veya sevmemesinin sebebidir. Diğer halka gelince, onların nazarları sadece dünya şehvetlerine çevrilmiştir. Eğer dünya şehvetleri geniş ise dünyada kalmayı severler. Eğer daralırsa ölümü temenni ederler. Bütün bunlar mahrumiyet ve zarardır. Kaynağı cehalet ve gaflettir. Bu bakımdan cehalet ve gaflet her şekavetin merkezidir. İlim ve marifet de her saadetin esasıdır. Bizim söylediklerimizle muhabbet ve aşkın mânâsı ortaya çıktı; zira aşk da ifrat derecesine varmış kuvvetli muhabbet demektir. Marifet zevkinin, rüyetin ve rüyet zevkinin mânâsı; akıl sahipleri nezdinde diğer zevklerden daha zevkli olmasıdır. Her ne kadar eksik akıllılar için böyle değilse de... Nitekim riyasetin çocuklar nezdinde yemeklerden daha lezzetli olmadığı gibi... Eğer ´Bu rüyetin merkezi ahirette kalp midir veya göz müdür?´ dersen, bil ki alimler bu hususta ihtilâfa düşmüştür. Basiret sahipleri bu ihtilafa bakmazlar ve bu ihtilâfı düşünmezler. Akıllı bir kimse sebzeyi yer, bostanı sormaz. Kim mâşuku görmek isterse aşkı kendisini ´görmenin göz ile mi yoksa başka bir şeyle mi olacağını´ düşünmekten alıkoyar. O, sadece rüyeti ve rüyetin zevkini düşünür. İster o lezzet gözle, ister başka azalarla olsun; zira göz, merkez ve zarftır. Ne ona bakılır, ne de onun hükmü vardır. Bu hususta hakîkat şudur ki ezelî kudret geniştir. Öyle ise bu iki şeyin herhangi bir işine yetmezlikle vasıflandırılması caiz değildir. Bu, hükmün cevazı ve imkânı hususundaki görüştür. Ahirette vâki olan caizlere gelince, bu ancak dinlemekle idrâk olunur. (Zira aklın burada müdahalesi yoktur). Hak, ehl-i sünnet ve´l cemaat´in şer´î delillerden ´gözde yaratılır´ diye çıkardıkları hükümdür ki rüyet, nazar ve şeriatta vârid olan diğer lafızlar zahirî mânâları üzerine câri olmuş olsunlar; zira zâhirlerin izalesi, ancak zaruretten dolayı caiz olabilir, ALLAH daha iyisini bilir. 19)Irâkî müellifin bu hususta Hz. Âişe´ye istinad ettiğini söylemektedir.Çünkü Hz. Aişe Buhârî ve Müslim´in rivayetine göre ´Kim Muhammed (a.s) rabbini gördü derse, o yalan söylemiştir!´ demiştir. (Bkz. ithaf us-Saade, IX/580) 20) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir´ul-Usul, (Ebu Hüreyre´den) ve ayrıca bkz.İthaf us-Saade, IX/581 21) İbn Adîy |
|
![]() |
#9 |
![]() ALLAH Sevgisini Takviye Eden Sebepler
Ahirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla ALLAH´ı sevenidir; zira ahiretin mânâsı, ALLAH´ın huzuruna varmak, O´nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir. Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O´nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olur. Ancak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir. Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artar. Kul, ALLAH´ın sevgisini ancak dünyada kazanır. Sevginin aslında hiçbir mü´min ayrılmaz. Çünkü marifetin aslından ayrılmış değildir. Sevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılır. Bu ancak iki sebepten dolayı elde edilir: I. Onlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektir. ALLAH´tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir: ALLAH bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzab/4) Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla ALLAH´ı sevmesindedir. ALLAH´tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldür. Bu bakımdan ALLAH´tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette ALLAH´ın sevgisi kalpten eksilir. Kapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilir. Bu tecride şu ayetle işaret vardır: ´ALLAH´ de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.(En´âm/91) RABBİMiz ALLAH´tır´ deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.(Ahkaf/13) Belki o, senin Lâ ilâhe illALLAH sözünün mânâsıdır. Yani mâbud ve mahbub, O´ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddur. O halde kul bağlanandır. Mâbud ise kendisine bağlanılandır. Her seven, sevdiğiyle bağlanmıştır. Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43) Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur.22 Kim ihlâslı olduğu halde Lâ ilâhe illâllah derse cennete girer!23 İhlâs´ın mânâsı kalbini ALLAH için hâlis etmek demektir ki orada ALLAH´tan başkasına yer kalmaz. Bu bakımdan ALLAH, onun kalbinin mahbubu, mâbudu ve maksudu olur. Hali bu olan bir kimse için dünya hapishanedir. Çünkü dünya onu mahbubunu müşahede etmekten meneder. Onun ölümü hapishaneden kurtuluş ve mahbubun huzuruna varıştır. Acaba bir tek mahbubdan başka mahbubu olmayan ve uzun zamandan beri ona müştak olan, hapis hali oldukça uzayan bir kimse hapisten bırakılır, mahbubun huzuruna varma imkânına kavuşur ve ebediyyen emniyete vardırılırsa hali ne olur? ALLAH sevgisinin kalplerde cılızlaşmasının sebeplerinden biri; dünya sevgisinin kuvvet bulmasıdır. Aile efradının, mal sevgisi-nin, evladın, akrabanın, gayri menkulün, hayvanların ve bahçelerin sevgisi dünya sevgisindendir. Hatta kuşların nağmeleriyle sevinen ve seher mevsimini hoş telâkki eden bir kimse, dünya nimetine iltifat eder ve bundan dolayı da ALLAH sevgisinde eksilmeye maruzdur. Bu bakımdan dünyaya ünsiyet verdiği nisbette ALLAH´a olan ünsiyeti eksilir. Herhangi bir kimseye dünyadan birşey verilirse, onun o nisbette ahiretinin eksilmesi zaruridir. Nasıl ki bir insan doğuya ancak zarurî olarak batıdan uzaklaştığı nisbette yaklaşır, kuma olan hanımlardan birinin kalbi ancak kumasının kalbinin daraldığı zaman ferahlar işte ahiret ile dünya da kuma gibidir. Onların ikisi doğu ile batı gibidir. Bu durum, kalp sahiplerine gözle görülenden daha açık bir şekilde inkişaf etmiştir. Dünya sevgisini kalpten sökmenin yolu, zühd yoluna girmektir. Sabra yapışmak, korku ve umud gemiyle bu iki şeye çekilmektir. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz tevbe, sabır, zühd, havf ve recâ gibi makamlar, mukaddime ve basamaklardır. Onlar sevginin iki temelinden birini kazanmak için kurulurlar. O kazanılması istenilen temel de kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmaktır. Onun evveli ALLAH´a iman, son güne, cennete ve cehenneme inanmaktır. Sonra bundan korku ve ümit filizlenir. Korku ve ümitten de tevbe ve sabır filizlenir. Sonra bu, dünya, mal, mertebe ve dünyanın bü-tün lezzetlerinden insanı çeker ki bütün bunlardan sadece ALLAH´ın marifetinin ve sevgisinin genişliği nisbetinde kalp genişlesin. Bu bakımdan bütün bunlar kalp temizliğinin basamaklarıdır. Kalbin temizliği ise, muhabbetin iki rüknünden biridir. Hz. Peygamberin şu hadîsi ile buna işaret vardır: Temizlik imanın yarısıdır!24 Nitekim biz bunu Tahâret kitabının başında zikretmiştik. II. Sevginin kuvvetlenmesi için ikinci sebep, ALLAH marifetinin kuvveti, o kuvvetin genişlemesi ve kalbi istila etmesidir. Bu da kalbi, dünyanın bütün meşgale ve mânilerinden temizledikten, sonra olur. Tıpkı yeri fuzulî otlardan temizledikten sonra tohum ekildiği gibi... Bu da ikinci yarıdır. Sonra bu tohumdan muhabbet ve marifet ağacı biter. Bu ağaç da darb-ı mesel olarak ALLAH Teâlâ´nın belirttiği güzel kelimedir. Görmedin mi ALLAH nasıl bir benzetme yaptı: Hoş bir kelime, kökü yerde sabit, dalları gökte olan hoş bir ağaca benzer.(İbrahim/24) Güzel söz O´na çıkar, salih amel onu yükseltir.(Fâtır/10) Salih amel, bu marifetin güzelliği ve hizmetkârı gibidir. Salih amel önce kalbi dünyadan temizlemekle, sonra bu temizliği devam ettirmekle olur. Bu bakımdan amel, ancak bu marifet için istenilir. Amelin keyfiyetini bilmek, amel için istenir. O halde ilim hem evvel, hem âhirdir. Önce muamele ilmi gelir. Muamele ilminin hedefi ameldir. Muamelenin gayesi; kalbin temizliğidir ki bu yüzden kalpte hakkın tecellisi görünsün, marifet ilmiyle süslensin. Marifet ilmi mükâşefe ilmidir. Bu marifet ne zaman hâsıl olursa, zarurî olarak arkasından muhabbet ve sevgi gelir. Nasıl ki mizacı normal olan bir kimse, güzeli görüp zâhiri gözüyle idrâk edince, onu sever, ona meyleder, o sevdiğinde zevk hâsıl olur. Zevk ise zarurî olarak sevgiye tâbidir. Sevgi ise, marifete tâbidir. Bu marifete, ancak dünya meşgalelerini kalpten söktükten sonra varılır! Bu da ancak saf düşünce, daimî zikir, zirveye varan çalışma, ALLAH´ın sıfatlarına, göklerin melekûtuna ve diğer mahluklara daimî bakışla temin edilir. Bu mertebeye varanlar kuvvetli ve zayıf diye iki kısma ayrılırlar. Kuvvetlilerin ilk mertebesi; ALLAH için olan marifetleridir. Sonra ALLAH vasıtasıyla gayrisini tanırlar. Zayıfların da ilk marifetleri fiilleriyledir. Sonra ondan faydaya terakki ederler. Birincisine, şu ayetle işaret vardır: Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53) ALLAH kendinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti.(Âlu İmran/18) Zünnûn-i Mısrî bu noktadan bakmıştır ki kendisine ´Rabbini ne ile tanıdın?´ diye sorulunca, RABBİMi RABBİMle tanıdım! Eğer RABBİM olmasaydı RABBİMi tanıyamazdım!´ cevabını vermiştir. İkincisine de şu ayetlerle işaret vardır: Biz onlara enfüste ve âfakta ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur´an)ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53) Göklerin, yerin melekûtuna ve ALLAH´ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı?(A´râf/185) ´Göklerde ve yerde olanlara bakın´ de!(Yunus/101) O hanginizin, daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O azizdir, gafûrdur. O, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı, Rahman´ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsin. Gözü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner.(Mülk/2-4), Bu yol çok kimseler için en kolay yoldur. Sâlikler için en geniş yoldur... Kur´an düşünceyi, tefekkürü, ibret almayı ve ALLAH´ın kuvvet ve kudretine delâlet eden ayetlere bakmayı emrederken çoğu kez bu yola davet eder. Soru: İki yol da çetindir! Bu iki yoldan hangisi marifete ve muhabbete götürür! Cevap: En yüksek yol, ALLAH Teâlâ ile diğer şeylerin varlığına istidlâl etmektir. Bu yol çok kapalıdır. Bu husustaki konuşma birçok kimselerin anlayışının hududunun dışına çıkar. Bu bakımdan kitablarda bunu zikretmekte fayda yoktur. En kolay ve en yakın yol ise, çoğu anlayışların hududunun dışında değildir. Anlayışlar düşünceden yüz çevirdiğinden, dünya şehvetleriyle, nefsin paylarıyla meşgul olduklarından bu yolu anlamaktan aciz kalmışlardır. Bunu zikretmekten alıkoyan sebep; genişliği ve çokluğudur. Kontrol dışına çıkan kapılarının varlığıdır; zira göklerin en yücesinden tut, yerlerin diplerine kadar hiçbir zerre yoktur ki onda ALLAH´ın kudretinin, hikmetinin kemâline, celâl ve azametinin sonsuzluğuna delalet eden acaip alâmetler bulunmasın! Bu da sonu gelmeyecek konulardandır. De ki: ´RABBİMin kelimeleri(ni yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa, RABBİMin kelimeleri tükenmeden önce de-nizler tükenirdi. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez).(Kehf/109) Bu bakımdan buraya dalmak, mükâşefe ilimlerinin denizlerine dalmaktır. Bunu muamele ilimlerine ek olarak getirmek, mümkün değildir. Fakat kısa bir şekilde cinsine karşı uyarmak için bir tek misalle işaret etmek mümkündür. Yolların en kolayı, fiillere bakmaktır. Öyle ise fiiller hakkında konuşalım ve en yüksek yoldan bahsetmeyi terkedelim. Sonra ilâhî fiiller çoktur. Biz onların en az ve en küçüğünü arayalım. O küçücük fiildeki acaiplikleri tedkik edelim.Mahlukların en basitleri yeryüzünde yaşayanlardır. Yani meleklerin ve göklerin melekûtuna göre durum böyledir; eğer büyüklüğü ve cismi bakımından yeryüzüne bakarsan, küçücük gördüğün güneş dünyadan üçyüz altmış küsûr defa büyüktür. Yerin güneşe nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Sonra güneşin içinde bulunduğu feleğe nisbeten küçüklüğüne bak! Zira güneş, merkezine nisbet edilmeyecek kadar küçüktür. Güneş dördüncü göktedir. Bu da üstündeki yedi tabaka göğe nisbeten pek küçüktür. Sonra yedi tabaka gök, kürsünün yanında, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Kürsü de arşın yanında böyledir. İşte bu bakış şahısların görünür tarafına, miktar bakımından bakmaktır. Bunlara nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür. Denizlere nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür (bir bilsen!) Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kürre-i arzın denizdeki (yeri), bir ağılın yeryüzündeki yeri kadardır.25 Bunun tasdiki, müşahede ve tecrübe ile bilinmiştir. Karalar bütün yeryüzüne nisbeten, küçücük bir ada gibidir. Sonra kürre-i arzın bir parçası olan topraktan yaratılmış insanoğluna bak ve diğer hayvanlara dikkat et! Kürre-i arza nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Bütün bunlar bir tarafa hayvanlardan en küçük olarak tanıdığımız sivrisinek, bal arısı ve bunlara benzer hayvanlara dikkat et! Cisminin küçüklüğüne rağmen sivrisineğe bak! Hazır bir akıl ve saf bir fikirle onu düşün! Dikkat et ki ALLAH onu hayvanların en büyüğü olan filin şeklinde yaratmıştır; zira ona fil hortumu gibi hortum, küçücük şekline rağmen filin azaları gibi azalar yaratmıştır. Üstelik ona iki kanat da fazla vermiştir. Dikkat et ki onun görünen azalarını ALLAH Teâlâ nasıl taksim etmiştir? Onun kanadını bitirmiş, elini ayağını çıkarmış, göz ve kulak yerlerini yarmış, onun içinde sindirim sistemini, diğer hayvanlarda yarattığı gibi yaratmıştır. Gıdayı cezbedici, defedici, tutucu, hazmedici kuvvetleri onda nasıl terkip etmiştir? Tıpkı diğer hayvanlarda terkip ettiği gibi... Bu durum onun şekli ve sıfatları hakkındadır. Sonra ALLAH Teâlâ´nın onu, nasıl gıda bulacak şekilde yarattığına dikkat et! Ona gıdasının insan kanı olduğunu öğretmiştir. Sonra dikkat et ki ALLAH ona insanoğluna uçup kon-mak için nasıl alet vermiştir? Ona başı sivri, upuzun bir hortumu nasıl yaratmıştır? Onu insan bedenindeki mesamelere nasıl mu-sallat etmiş ve hortumunu onların birine daldırmak için kendisine nasıl kuvvet vermiştir? Ona kan emmeyi ve yutmayı nasıl emretmiştir? İnceliğine rağmen içinden kan geçecek ve sineğin karnına varacak şekilde o hortumu nasıl içi boş olarak yaratmıştır? Hortum vasıtasıyla alınan kan azalarının diğer cüzlerine dağılır ve onlara gıda olur. Sonra insanın kendisini eliyle öldürebileceğini bildirmiş, ona kaçmayı nasıl öğretmiştir? Kendisinden uzak olduğu halde elin hafif hareketini işitecek derecede kulağını hassas olarak nasıl yaratmıştır? Dolayısıyla kan emmeyi bırakıp kaçar. Ne zaman el durursa tekrar geri gelir. Sonra dikkat et ki ona nasıl iki göz bebeği yaratmıştır ki onunla gıdasının yerini görür. Yüz hacminin küçüklüğüne rağmen orayı nasıl bulur? Her küçük hayvanın gözbebeği, küçüklüğünden dolayı kirpikleri tahammül etmediğinden, kirpikler gözbebeğinin ay-nasını kir ve tozlardan temizler, bu nedenle sivrisineklere ve karasineklere iki el yaratılmıştır. Sineği görürsün ki daima iki eliyle göz bebeklerini siler. İnsan ve büyük hayvanlarda, göz bebekleri için kirpikler yaratılmıştır. Hatta kirpiklerin biri diğerinin üzerine gelir ve etrafı keskindir. Dolayısıyla gözbebeğine düşen toprağı kirpikler temizler ve gözün dışına atarlar. Siyah kaşları gözün ışığını derlemek ve görmeye yardım etmek ve gözün şeklini güzelleştirmek için yarattı. Tozlardan korunmak için kirpiklerini kapatır, tozun göze girmesine mâni olur, fakat görmeye engel olmaz. Sivrisineğe kirpiksiz olarak iki tane berrak gözbebeği yarattı. Elleriyle onları temizlemeyi ona nasıl öğretti? Görüşünün zâfiyetinden dolayı onun kendiliğinden çıraya düştüğünü görürsün. Onun gözü zayıftır. Çünkü o durmadan gündüzün ışığını arar. O zavallı, geceleyin çıranın ışığını görünce karanlık bir evde bulunduğunu zanneder. Lambayı da o karanlık evden ışığa açılmış bir pencere zanneder. Böylece durmadan ışığı arar ve kendini ona atar. Ateşi geçtiği zaman karanlığı görür. Pencereye isabet edemediğini ve yolunu seçemediğini zanneder. İkinci bir defa yanıncaya kadar döner. Belki sen, onun böyle yapmasını eksikliğine ve cehaletine hamledersin. Bil ki insanoğlunun cehaleti onun cehaletinden daha büyüktür. Şehvetlere üşüşmekte insanoğlunun misali, ateşe üşüşmekteki çekirgenin misali gibidir; zira insanoğluna suretlerinin görünür tarafından şehvetlerin nûrları görünür. İnsanoğlu bilmez ki bunun altında öldürücü zevke mustatildir. Bu bakımdan arı dörtgendeki köşeler boş kalıp da zayi olmasın diye dörtgen şekli yapmaz. Sonra eğer arı, evini dairesel yapsaydı, evlerin haricinde zayi olan delikler kalırdı; zira dairesel şekiller bir araya geldiklerinde, birbirlerine sırt vermezler. Zâviye sahibi şekiller içerisinde hiçbir şekil yoktur ki muhteva bakımından müdevvere yakın bulunsun, sonra hepsi sırt sırta verip de bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir boşluk kalmasın; ancak müseddes (altıgen) şekilde bu özellik vardır. İşte müseddes şeklin özelliği budur. Sonra dikkat et ki ALLAH Teâlâ, arının küçük cismine rağmen ona nasıl ilham etmiş, incecik boyuna rağmen ona varlığıyla nasıl lütûf ve inayette bulunmuştur ve arının muhtaç olduğu şeyi ona nasıl vermiş ki hayatıyla rahata kavuşsun? Bu bakımdan ALLAH ortaktan münezzehtir. O´nun şanı ne büyüktür! O´nun mülkü ne geniş, minneti ne çoktur! İşte hayvanların en küçüklerinden olan bir hayvancağızın bu azıcık parıltısından ibret al! Yer ve gök melekûtunun acaipliklerini bir tarafa bırak! Zira bizim kısa anlayışımızın yetiştiği miktar, ömürler geçer de izahı yapılamaz. Zaten bizim ilmimizin kapsamına giren, âlim ve peygamberlerin ilimlerinin kapsamına girene nisbeten hiçtir. Bütün mahlukâtın ilminin kapsamına girenin bilinmesi, ALLAH´a mah-sus olana nisbeten bir hiçtir. ALLAH´ın ilmine nazaran halkın bütün bildikleri ilim diye adlandırılmaya bile değmez. Bu bakımdan bu ve bunun benzerini düşünmekle en kolay yollardan hâsıl olan marifet artar. Marifetin artışıyla muhabbet artar. Eğer ALLAH ile mülâki olmanın saadetine talip isen dünyayı arkaya at! Ömrün boyunca daimî zikre, ayrılmaz fikre dal! Umulur ki ondan az bir miktarı elde edersin. Fakat bu az miktarla sonu olmayan büyük bir mülke konarsın. 22) Müslim, Buhârî 23) Daha önce geçmişti. 24) İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî 25) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. |
|
![]() |
#10 |
![]() İnsanların Sevgi Hususunda Farklı Olmaları
Mü´minler, muhabbetin aslında ortak olduklarından dolayı kökünde de ortaktırlar. Fakat marifette bir olmadıklarından, mu-habbetin aslında da değişik mertebeleri vardır. Dünya sevgisinde de durumları böyledir; zira eşya, ancak sebeplerin değişmesinden dolayı değişir, İnsanların çoğu, ALLAH Teâlâ´nın ancak sıfatlarını ve kulaklarına gelen isimlerini bilir, onları telkin olarak alıp ezberlerler. Çoğu kez o isimlere, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğu mânâları yüklerler. Bazen de o isimlerin hakikatlerine muttali olamazlar, fakat bozuk bir mânâyı da ona yüklemezler Sağlam bir imanla o isim ve sıfatlara inanırlar. O isimlerde araştırmayı bırakıp amele koyulurlar. Bunlar ashab-ı yeminden sağlam kalan kimselerdir. O isimlere bozuk mânâlar yükleyenler ise sapıtanlardır. Hakikatleri bilenler ancak ALLAH´ın dergâhına yakın olanlardır. ALLAH Teâlâ bu üç sınıfın halini şu ayette zikir buyurmuştur: (O ALLAH´a) yaklaştırılanlara rahatlık, hoş bir rızık ve naîm cenneti vardır.(Vâkıa/88-89) Ama yalanlayıcı sapıklara ise; kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!(Vakıa/92-95) Eğer sen bunları ancak misal vermek suretiyle anlarsan, sevginin değişikliği için bir misal verelim: Mesela İmâm Şâfiî´nin arkadaşları onun sevgisinde müşterektirler. Fakîhler de, halk tabakası da böyledir. Çünkü onun faziletinin bilinmesinde, güzel sîret ve güzel ahlâkının bilinmesinde ortaktırlar. Fakat halk tabakasından olan bir kimse İmâm Şâfiî´nin ilmini mücmel olarak bilir. Onun fakih olan arkadaşı Şâfiî´yi daha iyi tanır. Bu bakımdan Şâfiî´yi sevmesi ve beğenmesi daha fazladır; zira bir musannifin tasnif ettiği kitabı görüp benimseyen ve o kitab vasıtasıyla musannifin faziletini bilen bir kimse şüphesiz ki o musannifi sever. Ona kalben meyleder. Eğer o kitabdan daha güzel, ondan daha hayret verici başka bir kitabını görürse, şüphesiz ki sevgisi katmerleşir. Çünkü onun ilmi hakkındaki marifeti katmerleşmiştir. Böylece şahıs, şairin hakkında ´güzel şiiri vardır´ diye inandığı için sever. O şairin şiirlerinin, gariplerinden şiir sanatının ve hazâkatinin büyüklüğünü belirtenleri dinlediğinde sevgisi daha da artar ve şairi daha fazla sever. Diğer sanat ve faziletler de böyledir. Halktan bir kimse bazen falan adamın musannif (yazar) olduğunu ve güzel tasnif yaptığını duyar. Fakat tasnifinin ne olduğunu bilmez. Bu bakımdan mücmel bir marifete sahip olur. Dolayısıyla mücmel bir meyli olur. Basiret sahibi bir kimse ise tasnif edilen kitapları tedkik ettiğinde onlardaki acaipliklere muttali olduğunda şüphesiz sevgisi daha da artar. Çünkü sanat, şiir ve tasnifin güzellikleri, yazarın kemâl sıfatlarının olduğuna delâlet eder. Alem bütünüyle ALLAH´ın sanatı ve tasnifidir. Avamdan olan bir kimse bunu bilir, inanır. Basiret sahibi ise, âlemdeki ilâhî sanatın tafsilatını tedkik eder. Hatta mesela sivrisinekteki ilâhî sanatın acaipliklerinden öylesini görür ki aklını yerinden hoplatır, şaşkına döner. Bunun sebebiyle şüphesiz ki ALLAH´ın azamet, celâl ve kemâl sıfatları onun kalbinde artar. Dolayısıyla ALLAH sevgisi de çoğalır. ALLAH´ın garip sanatlarına ne kadar muttali olursa, o nisbette onunla sâni olan ALLAH´ın azamet ve celâline delil getirmiş olur. Marifeti ve ALLAH´a olan sevgisi o nisbette artar, Bu marifet denizi ALLAH´ın sanat ve acaipliklerinin marifet denizi sahili olmayan bir denizdir. Şüphe yok ki sevgide, marifet ehlinin değişikliği hadde ve hesaba gelmeyecek kadardır. Sebebiyle sevginin değişikliği hâsıl olan faktörlerden biri de sevgi için zikrettiğimiz beş sebebin ihtilâfıdır; zira mesela ALLAH Teâlâ kendisine iyilik yaptığından dolayı sevip, zatından dolayı sevmeyen bir kimsenin sevgisi zayıflar. Çünkü iyiliğin değişmesi ile bu sevgi değişir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin bela halindeki sevgisi, rıza ve nimete mazhar olduğu zamanki sevgisi gibi olmaz. ´ALLAH Teâlâ kemâl, cemâl, cömertlik ve azametinden ötürü sevgiye müstehaktır´ diye ALLAH´ı seven bir kimseye gelince, bu kimsenin kendisine yapılan iyiliğin değişmesiyle sevgisi değişmez. Bu ve benzeri şeyler, insanların muhabbette bir olmamalarının sebebidir. Sevgide bir olmamak, ahiret saadetinde bir olmamanın sebebidir. Elbette ahiret, dereceler yönünden daha büyüktür. Onun nimet ve ikramı daha da büyüktür.(İsrâ/21) |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|