|
|
|
|
#1 |
|
Muhabbeti Lâyık Olan Ancak ALLAH´tır!
ALLAH´a nisbet edildiğinden değil de şahsından dolayı başkasını seven bir kimsenin sevgisi cehaletinden ve ALLAH´ın marifetindeki kusurluluğundan ileri gelir. Hz. Peygamber´i sevmek övülür; zira ALLAH sevgisinin aynısıdır. Âlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun mahbubu mahbubdur. Mahbubun elçisi sevilir. Mahbubun dostu güzeldir. Bütün bunlar esasın sevgisine dönüşür. Onu geçip başkasına varamaz. Bu bakımdan hakîkatte, basiret sahipleri nezdinde ALLAH´tan başka sevilen ve sevgiye müs-tehak olan yoktur. Bunun izahı şöyledir: Biz daha önce zikrettiğimiz beş sebebe dönüp onların tam olarak ALLAH hakkında bir araya toplandıklarını beyan edeceğiz. ALLAH´tan başkalarında ise ancak bu sebeplerin bir tanesi vardır. O sebepler ALLAH hakkında hakikattir. ALLAH´tan başkası hakkında onların varlıkları vehim ve hayaldir ve katıksız bir mecazdır. Asla hakikati yoktur. Bu hakîkat anlaşılınca ALLAH sevgisinin kesinlikle muhal olduğunu hayal eden, aklen ve kalben zayıf olan kimselerin hayalinin tam zıddı her basiret sahibine inkişaf eder ki hakîkatta ALLAH´tan başkasını sevmemeyi gerektirir. Birinci Sebep: O, insanın kendi nefsini, bekâsını, kemâlini ve varlığının devamını sevmesi, helâkini, yokluğunu ve eksikliğini çirkin görmesi ve kemâline engel olan şeyleri iyi telâkki etmemesidir. Bu bakımdan bunlar her diri insanın tabiatıdır. Diri olan insandan bu tabiatın ayrılması düşünülemez. Bu ise ALLAH´ı çok sevmeyi gerektirir; zira nefsini bilen rabbini bilir. Kesinlikle varlığının kendi zatından olmadığını bilir. Zatının varlığı varlığının devamını ve varlığının kemâlini sadece ALLAH´tan olduğunu bilir. Bu bakımdan kulu yoktan vareden, hayatta bırakan ve onun kemâl sıfatlarını yaratmak suretiyle varlığını ikmâl eden ve buna götüren sebepleri yaratan sebepleri kullanma hidayetini yaratan ancak ALLAH´tır. Aksi takdirde kul, zatı bakımından, zatından gelen bir varlığa sahip değildir. Aksine kul eğer ALLAH kendisine lütfetmezse katıksız bir hiçtir. Eğer hayatta bırakmak suretiyle ALLAH´ın onun üzerindeki fazlı olmazsa, katıksız birşey yoktur. ALLAH´ın fazlı olmazsa varlığının akabinde hemen helâk olur. Eğer yaratılışını tekmil etmek suretiyle ALLAH´ın onun üzerinde fazlı olmazsa varlıktan sonra ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Kısacası varlıkta kendi nefsiyle kâim olan hiçbir şey yoktur. Sadece Hayy ve Kayyum olan ALLAH, öyle ALLAH ki zatıyla kâim olduğu gibi her masivası da onunla kâimdir. Zatının varlığı başkasından istifade olunduğu halde ârif kişi zatını severse, ister istemez varlığını ifade edeni, devam ettireni eğer ona Hâlık, Mûcid, yoktan var edici, hayatta bırakıcı, nefsi ile kâim ve başkasını devam ettirici olarak tanıyorsa sever. Eğer nefsini ve rabbini bilmediğinden dolayı sevmiyorsa, zaten sevgi bilmenin meyvesidir, bilmek olmazsa sevgi de yok olur. Zayıf düşmesiyle zayıf düşer. Kuvvetiyle kuvvet bulur. Bu onun cehaletinden ileri gelir. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Rabbini tanıyan bir kimse, O´nu sever. Dünyayı tanıyan dünyada zâhid olur. İnsanın kendi nefsini sevip de nefsinin varlığı kendisine bağlı bu-lunan rabbini sevmemesi nasıl düşünülebilir?!´ Malumdur ki güneşin hararetiyle yanan bir kimse gölgeyi sevdiğinde, ister istemez gölgenin varlığını temin eden ağaçları sever. Varlık âleminde her ne varsa, ALLAH´ın kudretine nisbet gibidir; zira hepsi O´nun kudretinin eserleridir. Hepsinin varlığı O´nun varlığına tâbidir. Işığın güneşe, gölgenin ağaca tâbi oluşu gibi... Fakat bu misal, halk tabakasının anlayışlarına nisbeten doğru olabilir. Zira halk tabakası ışığın güneşin eseri olduğunu hayal eder. Güneşten çıktığını, güneşle var olduğunu zanneder. Oysa bu, katıksız bir yanılmadır; zira kalp erbabına, gözlerle görmekten daha açık bir şekilde keşfolunmuştur ki nûr, ALLAH´ın kudretinden hâsıl olmuştur. Güneş ile kesif cisimler arasında karşılaşma vâki oldu mi ALLAH Teâlâ o nûru yaratır. Nitekim güneşin ışığının, şeklinin sûretinin ve kendisinin de ALLAH´ın kudretinden hâsıl olduğu gibi... Fakat misallerden gaye davayı anlatmaktır. Bu bakımdan misallerde hakîkat aranmaz. Durum bu olduğu zaman eğer insanın nefsini sevmesi zarurî ise, nefsinin varlığını önce meydana getirip sonra devam ettiren, aslında, sıfatında, zâhirinde, bâtınında cevher ve arazlarında, varlığı kendisine bağlı bulunan bir zatı da eğer o zatı bu şekilde tanımış ise ister istemez sevmesi gerekir. Kim bu sevgiden uzak ise, bu kimse nefsiyle ve şehvetleriyle meşgul olur, rabbinden gâfil bulunduğundan yaratanını gereği gibi tanımaz, sadece şehvetlerine ve duygularının kapsamına giren şeylere bakar. O da hayvanların nimetlenmekte ve genişliğinden istifade etmekte kendisine ortak oldukları şehadet âlemidir. Melekût âlemi ise, böyle değildir. Öyle melekût âlemi ki meleklere yaklaşanlar hariç, onun yerine kimse tarafından ayak basılmaz kişi bu âlemde sıfatlarında meleklere ne derece yakınsa, o nisbette bakabilir. Hayvanların derecesine ne kadar inmişse, o nisbette mahrum olur. İ kinci Sebep: Kişinin kendisine iyilik yapanı sevmesidir. Kendisine malen yardım eden, konuşmasıyla lütûfkâr davranan, yardımıyla kendisine destek veren, kendisinin yardımına ve düşmanlarının yok olmasına koşan, şerirlerin şerrini kendisinden uzaklaştırmaya kalkışan, gerek nefsi hakkında, gerekse evlat ve akrabaları hakkında olsun, bütün istek ve hedeflerine vesile teşkil eden kimseyi sevmesidir. Böyle bir kimse, kişi nezdinde şüphesiz sevilir. İşte bu sebep de ALLAH´dan başkasını sevmemesini gerektirir. Çünkü eğer şahıs, hakkıyla ALLAH´ı tanımış olursa, kendisine iyilik yapanın sadece ALLAH olduğu bilir. ALLAH Teâlâ´nın bütün kullarına yapmış olduğu iyiliklerin çeşitlerine gelince, onları saymam mümkün değildir; zira hiçbir kimsenin hesap mahareti onları toplayamaz. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH´ın nimetini saymaya kalkışsanız bitiremezsiniz.(Nahl/18) Şükür Kitabı´nda bunun bir kısmına işaret etmiştik. Şimdi ise, sadece insanlardan gelen ihsanın, mecazî olarak tasavvur olunabileceğinin beyanı üzerinde duracağız. İhsan edenin sadece ALLAH olduğunu beyan edeceğiz. Biz bütün hazineleriyle sana nimet veren ve bütün hazinelerini emrine veren, istediğin şekilde sarfetme yetkisini sana bahşeden bir kimse farzedelim. Muhakkak ki sen, bu ihsanın bu kimseden geldiğini zannedersin. Oysa bu zannın yanlıştır; zira bu kimsenin ihsanı kendi nefsi, malı ve mala olan kudreti ve malını sana sarfetmeye kendisini sevkeden kuvvetle tamamlanır. O halde onu yaratan, malını, kudretini yaratan, iradesini ve teşvikçi kuvvetini halkeden kimdir? Seni ona sevdiren kim? Onun yüzünü sana çeviren kimdir? Dininin ve dünyasının ıslahının sana yardım etmesinde olduğunu onun kalbine atan kimdir? Eğer bütün bunlar olmasaydı o, malından, bir tane dahi sana vermezdi. Ne zaman ki ALLAH (c.c) onun kalbini harekete geçiren şeyleri ona musallat kılıp onun nefsinde ´dininin ve dünyasının salâhının malını sana vermesinde olduğu´ hakikatini takarrur ettirdi, o, malını sana teslim etmeye mecbur kaldı. O ona muhalefet edemez. Öyle ise, iyilik yapan, onu sana mecbur edip musahhar kılan zattır. Onu iyilik yapmaya zorlayan faktörleri musallat kılan kuvvet sahibidir. Onun eli ise bir vasıtadır. Onunla ALLAH´ın ihsanını sana ulaştırır. El sahibi burada mecburdur. Tıpkı su yolunun suyun akışına uymaya mecbur olduğu gibi... Eğer onu iyilik yapmış sayar veya kendiliğinden iyilik yaptığını zannedip ona teşekkür edersen, sadece vasıta olduğu için ona teşekkür etmezsen bu, işin hakikatini bilmez bir kişisin demektir! Zira insanoğlunun iyilik yapması, ancak kendi nefsi için tasavvur edilebilir. Başkasına iyilik yapması ise muhaldir; zira insanoğlu malını, ancak bir gayesi varsa, başkasına verir. O hedef ya gelecekte olur ki bu sevaptır. Yahut da derhal tahakkuk eder ki bu da minnet ve kişiyi teshir etmektir veya övülmesi veya şöhretinin yayılmasıdır, cömertlikle meşhur olup ün salmaktır veya halkın kalbini kendisine itaat etmeye cezbetmektir. Nasıl ki insan, malını bir yararı olmadığı için denize atmıyorsa tıpkı onun gibi bir insanın eline de ancak bir hedef ve bir gayesi olursa malı verir. Onun, malını vermesi gayesine ulaşmak içindir. Sen ise, onun maksudu değilsin. Senin elin, almakta alettir ki hedefi olan anılması, övülmesi, teşekkür alması veya sevabdar olması hâsıl olsun. Bu bakımdan o, kendi hedefine varmak için seni, malı almak hususunda kullanmıştır. Öyleyse o kendi nefsine iyilik yapmıştır. Vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde maldan daha kıymetli olan bir şey almıştır. Eğer o nasip onun yanında daha kıymetli olmasaydı asla senin için malını vermezdi. Bu bakımdan o, şükür ve sevgiye iki yönden müstehak değildir. O vecihlerden biri şudur: ALLAH´ın harekete geçirici sebepleri ona musallat kılması suretiyle yardım etmeye mecbur olmuştur ve muhalefet etmeye gücü yoktur. Bu bakımdan o, emîrin hazinedarı gibidir; zira hazinedar emîrin hiratini, ikrama mazhar olan bu kimseye verdiğinde ihsan edici olarak görünmez. Çünkü bu ikram emir tarafından gelmiştir. Hazinedar itaat etmeye mecburdur. Onun emrini yerine getirmeye mecbur olduğu gibi, kendisine muhalefet edemez. Eğer emîr onu kendi keyfine bırakırsa o malı emîrin lûtfuna mazhar olan kimseye vermez. İşte her ihsan eden kimse de böyledir. Eğer ALLAH onları nefisleriyle başbaşa bırakırsa, onlar o maldan bir kuruş dahi kimseye vermezler. ALLAH Teâlâ ona harekete geçirici kuvvetleri musallat edince, onun kalbine din ve dünya bakımından nasibinin o malı vermekte olduğunu yerleştirince onu verir. İkincisi kişi vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde verilen maldan daha yararlı ve daha sevimli bir şey almış olur. Nasıl ki satıcı karşılığında malını verdiğinde ve karşılığında daha sevimlisini aldığından ihsan edici değilse, aynen onun gibi hibe eden de hibesinin karşılığı olarak sevap veya övülme veya başka bir bedel almıştır. Karşılığın bir mal olması şart değildir. Nasibler öyle bedellerdir ki onlara nisbeten aynlar pek değersiz kalır. Bu bakımdan ihsan cömertliktedir. Cömertlik ise, karşılıksız ve verene bir pay olmaksızın verilen maldır. Bu ise, ALLAH´tan başkası için muhaldir. Bu bakımdan âlemlere ihsan olsun diye nimet veren ALLAH´tır. Bu nimeti bir hedef ve gayeden ötürü değil, karşılıksız olarak âlemlere veren O´dur; zira O, garezleri ve hedefleri gözetmekten yücedir. Bu bakımdan O´ndan başkası hakkında cömertlik ve ihsan lâfzını kullanmak yalan veya mecazdır. Bu lâfzın O´ndan başkası için mânâsı muhaldir ve siyah ile beyazın bir arada bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsızdır. Öyleyse cömertlik, ihsan, vergi ve nimet etmekte münferid olan ancak O´dur. Eğer tabiatta ihsan edenin sevgisi varsa, arifin ALLAH´tan başkasını sevmemesi gerekir; zira O´ndan başkasından ihsanın gelmesi muhaldir. Bu bakımdan O tek olduğu için bu sevgiye müstehak olanın ta kendisidir. O´ndan başkası ise, ihsanın mânâ ve hakîkatini bilmemek şartıyla ihsandan dolayı sevilmeye müstehak olur. Üçüncü Sebep: Senin esasında ihsan ediciyi sevmendir. Her ne kadar onun ihsanı sana varmamış ise de... Böyle bir sevgi tabiatlarda mevcuttur. Çünkü senin kulağına uzak bir ülkede de olsa âbid, âdil, âlim, halka şefkat gösteren, lütûfkâr, mütevazi bir sultanın haberi gelse, aynı zamanda zâlim, mütekebbir, fâsık, haysiyetsiz, bir sultanın haberi de gelse, kalbinde bu ikisinin arasında bir fark görüsün; zira kalbinde birincisine karşı sevgi denilen bir meylin olduğunu hissedersin! Zira sen birincisinin hayrından ümitsiz, ikincisinin şerrinden de eminsindir. Çünkü onların memleketlerine gitme ümidi sende yoktur. İşte bu, sadece iyilik yapanın iyilik yapmasından dolayı sevilmesidir. Yoksa sana iyilik yapması bakımından değildir. Bu sebep de ALLAH´ı sevmeyi gerektirir. ALLAH´tan başkasının hiçbir suretle sevilmemesini gerektirir. ALLAH´tan başkası ancak bir sebeple ALLAH´a bağlı bulunduğundan dolayı sevilir; zira bütün insanlara iyilik yapan ALLAH´dır. Önce ya-ratmak suretiyle bütün insanlara ikramda bulunmuştur. İkinci olarak zarurî azalar ve sebeplerini tamamlamak suretiyle, üçüncü olarak ihtiyaçlarının sebeplerini yaratmak suretiyle nimetlendirme ve refaha kavuşturmakla onlara ikramda bulunmuştur. Her ne kadar bu sebepler zarurî ve zorunlu değilseler de... Dördüncüsü onları güzel meziyetler, zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde zînet olan fazlalıklarla süslemek suretiyle ihsanda bulunmasıdır. Azalardan zarurînin misali; baş, kalp, böbreklerdir. Kendisine ihtiyaç olanın misali ise; göz, el, ayaklardır. Süsün misali ise kaşların kavisli, dudakların kırmızı, gözlerin badem renginde olmasıdır. Bunlardan başka nice âza vardır ki eğer yok olursa, onunla bir ihtiyaç eksik kalmaz. Ancak şekil bozulur. İnsan bedeninin haricinde bulunan nimetlerden zarurî olanın misali, su ve gıdadır. İhtiyacın misali ilâçlar, et ve meyvelerdir. Meziyet ve fazlalıkların misali; ağaçların yeşilliği, çiçeklerin ve ışıkların şekillerinin güzelliği, meyvelerin ve yokluğuyla ne bir ihtiyacın ve ne de bir zaruretin bozulmadığı yemeklerin lezzetleridir. Bu üç kısım her hayvan, her bitki için, hatta arşın zirvesinden toprağın altına kadar bütün mahlukat sınıfları için mevcuttur. Madem ki durum budur, o halde iyilik yapan O´dur. Öyleyse O´ndan başkası nasıl iyilik yapan olur? Oysa, zâhirde, iyilik yapanlar, O´nun kudret iyiliklerinden bir iyiliktir. Zira O güzelliğin, iyilik yapanın, iyiliğin ve iyilik sebeplerinin yaratanıdır. Bu nedenle O´ndan başkasını sevmek katıksız bir cehalettir. Kim ALLAH´ı tanırsa, bu nedenle ALLAH´tan başkasını sevmez. Dördüncü Sebep: Güzelliğin zatından dolayı her güzeli sevmektir. Bu sevgi, güzelliğin ötesinde bulunan bir nasip elde etmek için değildir. Biz bunun tabiatlarda bir yaratılış olduğunu belirttik. Belirttik ki güzellik, gözle görünen zâhirî suretin güzelliği ile basiretin nûru ve kalbin gözüyle idrâk olunan bâtınî suretin güzelliğine bölünsün. Birinci kısmını çocuklar ve hayvanlar (bile) idrâk eder. İkinci kısmını idrâk etmek ise sadece basiret sahiplerine mahsustur. Orada, dünya hayatının görünür tarafından başkasını bilmeyenler basiret sahiplerinin ortağı olamaz. Her güzellik, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevimlidir. Eğer kalben idrâk edilirse, kalbin mahbubudur. Müşahede hususunda bunun misali, peygamberlerin, âlimlerin ve güzel ahlâklıların ve ALLAH´ı razı eden fazilet sahiplerinin sevgisidir; zira bu sevgi, yüz ve diğer azalar güzel olmadığı halde düşünülebilir. Bâtınî suretin güzelliğinden kastolunan da budur. Zâhirî duyular ise, bunu idrâk etmez. Evet! Bu ancak kendisinden sâdır olan ve kendisine delalet eden eserlerinin güzelliğiyle idrâk olunur. Hatta kalp bunu idrâk etti mi buna meyledip bunu sever. Bu bakımdan Hz. Peygamber´i veya Hz. Ebubekir´i veya İmam Şâfiî´yi seven bir kimse, onları zâhiri güzelliğinden dolayı sevmez. Bu sevgi onların fiillerinin güzelliği içindir. Bilakis fiillerinin güzelliği fiillerin kaynağı olan sıfatların güzelliğine delâlet eder; zira fiiller o sıfatlardan çıkıp onlara delâlet eder. Bu bakımdan kim musannifin (yazarın) tasnifinin güzelliğini, şairin şiirinin güzelliğini, nakkaşın güzel nakışını, ustanın güzel binasını görürse, bu fiillerden onun bâtınî sıfatları inkişaf eder! O sıfatlar kısaca tedkik edildiğinde ilim ve kudrete dönüşür. Sonra malum ne kadar şerefli ve güzellik bakımından ne kadar tamam olursa, ilim ondan daha şerefli ve daha güzel olur. Bunun gibi makdûr ne kadar mertebe bakımından büyük ve derece bakımından yüksek olursa, o makdûru meydana getiren kudret, mertebece daha büyük, kıymetçe daha şerefli olur. Bilinenlerin en kıymetlisi ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan şüphe yoktur ki ilimlerin en güzeli ve en şereflisi ALLAH´ın marifetidir. ALLAH´a yakın olan ve ALLAH´ın özelliği olan şeyler de böyledir. Bu bakımdan ilmin şerefi ALLAH ile ilgilenmesi nisbetindedir. Durum bu olduğuna göre kendilerini tabii olarak kalplerin sevdiği sıddîkların sıfatının cemâli üç şeye dönüşür: 1. Onların ALLAH´ı, melekleri, kitabları, peygamberleri ve peygamberlerinin şeriatlarını bilmeleri. 2. Nefislerini ve ALLAH´ın kullarını irşad ve siyasetle ıslah etmeye kudretlerinin yetmesi. 3.Rezaletlerden, çirkinliklerden, hayır yollarından çeviripşerrin yoluna cezbedici serkeş şehvetlerden uzak bulunmaları. İşte bu ahlâkla peygamberler, âlimler, halifeler, adalet ve cömertlik ehli olan devlet başkanları sevilirler. Bunları ALLAH´ın sıfatlarına nisbet et! İlme gelince, geçmiş ve geleceklerin ilmi, herşeyi sonsuz bir şekilde kapsayan ve kapsamından göklerde ve yerde miskal-i zerre kadar birşey hariç bulunmayan ilâhî ilme nisbet edilirse, ne kıymeti vardır! Size ilimden ancak az birşey verilmiştir.(İsrâ/85) Yer ve gök ehli bir araya gelip ALLAH´ın ilmini ve hikmetini, bir karıncayı veya bir sivrisineği yaratmaktaki tafsilatı ihata etmeye çalışsalar onun binde birine muttali olamazlar. O´nun ilminden ancak O´nun dilediğini elde ederler. O az miktar bile bütün mahlukâta yetmiştir ve O´nun öğretmesi ile öğrenmişlerdir. İnsanı yarattı! Ona beyanı öğretti. (Rahman/3-4) Eğer ilmin güzelliği ve şerefi sevilen birşey ise ve ilim de âlim için bir süs ve zînet ise bu takdirde, ALLAH´tan başkasının sevilmemesi gerekir. Bu bakımdan âlimlerin ilimleri ALLAH´ın ilmine nisbeten cehalettir. Zamanının en âlimini ve zamanının en cahilini bilen bir kimsenin ilminden dolayı en cahili sevip en âlimi terketmesi muhaldir. Her ne kadar cahil az da olsa maişetinin ilminden uzak değilse de... ALLAH´ın ilmi ile mahlukâtın ilmi arasındaki fark, mahlukların en âlimi ile en cahili arasındaki farktan daha fazladır; zira en âlim en cahilden ancak sayılı ilimlerden fazla olur ki en cahilin de çalışmak sayesinde o ilme yetişmesi düşünülebilir. Oysa ALLAH Teâlâ´nın ilminin bütün mahlukâtın ilminden üstünlüğü, huduttan hariçtir, yani sonsuzdur; zira ALLAH´ın malumatının nihayeti yoktur. Mahlukâtın malumatının ise sonu vardır. Kudret sıfatına gelince, o da kemâldir. Bu bakımdan her kemâl berraklık, azamet cömertlik ve istila mahbubdur. Onu idrâk etmek lezzetlidir. Hatta insan, hikâyede, Hz. Ali ve Hz. Halid´in (r.a) şecaatini ve diğer İslâm kahramanlarının şecaatlerini, kudret ve akranlarını mağlup etmelerini dinlerken kalbinde bir kıpırdama, sevgi, zarurî bir rahatlık hisseder. Bu onları görmediği halde böyledir. Bir de onları görseydi kimbilir nasıl olurdu! Demek ki bu, kendisi ile muttasıf bulunan bir kimsenin sevgisini, ister istemez kalpte meydana getirir; zira bu da bir nevi kemâldir. Bu bakımdan şimdilik bütün mahlukâtm kudretini ALLAH´ın kudretine nisbet et! Acaba şahısların kuvvet bakımından en büyüğü, mülk bakımından en geniş mülke sahip olanı, öldürmekte en kuvvetlisi, şehvetleri mağlup etmekte en muktediri, nefsin habisliklerini en fazla yok edeni, nefsinin ve başkasının siyasetine en doğru ve toplu şekilde sahip olanın kudretinin hududu nereye kadardır? Oysa onun gayesi ancak nefsinin bazı sıfatlarına ve bazı işlerde de bazı insanlara güç yetirmektir. O bununla beraber ne nefsi için ölüm, ne hayat, ne kabirden kalkma, ne zarar ve ne de fayda sağlayabilir. Gözünü körlükten korumaya, dilini konuşamamaktan, kulağını sağırlıktan ve bedenini hastalıktan korumaya gücü yetmez. O, nefsinde ve gayrisinde bulunan ve güç yetirmediği şeyleri saymaya bile muhtaçtır ki bunlar da yaklaşık olarak onun kudretinin ilgilendiği şeylerdir. O, bu kudretiyle münasebeti olmayan göklerin meleklerini, yıldızlarını, yer, dağ, deniz, rüzgâr, şimşek, maden, bitki, hayvan ve bütün parçalarını nasıl sayabilir. Oysa bunların tek bir zerresine bile onun kudreti yetmez. Nefsinde ve başkasında kullandığı güç de onun nefsinden ve onun nefsi ile değildir. O gücün kudretini ve sebeplerini yaratan ALLAH´tır. Ona o imkânı bahşeden Odur. Eğer O, bir sivrisineği, en büyük sultana veya en kuvvetli hayvana musallat kılarsa, sivrisinek onu derhal öldürebi-lir. Bu bakımdan kul için, mevlâsının verdiği imkân mevcut olmazsa, kudret sözkonusu değildir. Nitekim yeryüzünün en büyük sultanı olan Zülkarneyn hakkında şöyle buyurduğu gibi: Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık. (Kehf/84) Zülkarneyn´in bütün mülkü ve saltanatı ancak ALLAH Teâlâ´nın kendisini yerin bir bölgesinde yerleştirmesine bağlıdır, Oysa yeryüzünün tümü, âlemin cisimlerine nisbeten topraktır. İnsanların yeryüzünden aldıkları bütün yöneticilikler o topraktan bir tozdur. Sonra o toz da ALLAH´ın fazlından ve imkân sağlamasından gelir. Bu bakımdan ALLAH´ın kullarından birini kudretinden, siyasetinden ve istilâsından, kuvvetinin kemâlinden sevip de bunlardan dolayı ALLAH´ı sevmemesi muhaldir. Kuvvet ancak yüce ve büyük olan ALLAH ile temin edilir. Bu bakımdan Cebbâr, Kahir, Âlim ve Kadir O´dur! Gökler O´nun sağ elinde dü-rülmüştür. Yer ve onun üzerinde yaşayanlar O´nun kab-zasındadır. Bütün mahlukâtın perçemi, O´nun kudretinin kabzasındadır. Onları helâk ederse, O´nun mülkünden zerre kadar eksilmez. Onların benzerlerini bin defa yapmak onu yormaz. Onları yoktan var etmekte kendisine bir gevşeklik dokunmaz. Bu bakımdan herhangi bir kudret ve kudret sahibi yoktur ki O´nun kudretinin eserlerinden bir eser olmasın. Öyleyse güzellik, parlaklık, azamet, kibriya, kahr ve istila O´nundur. Evet sadece O´nundur. Eğer kemâl-i kudretinden dolayı bir kâdirin sevilmesi düşünülürse O´ndan başkası asla kemâl-i kudretinden dolayı sevgiye müstehak olmaz! Ayıp ve eksikliklerden münezzeh olma, rezalet ve çirkinliklerden mukaddes bulunma sıfatına gelince, o da muhabbeti gerektiren faktörlerden biridir, bâtınî surette güzellik ve cemâlin istekçilerinden biridir. Peygamber ve sıddîklar her ne kadar ayıp ve çirkinliklerden münezzeh iseler de, yine de mutlak mânâda tekaddüs ve tenezzühün kemâli ancak Bir, Hak, Sultan, Kuddûs, Celâl ve İkram sahibi olan ALLAH için düşünülür. Bütün mahluklar eksiklik ve noksanlıklardan uzak değildir. Aksine mahlukun aciz, müsahhar ve mecbur oluşu ayıp ve eksikliğin ta kendisidir. Bu bakımdan kemâl bir olduğu halde ALLAH´ındır. O´nun gayrisine ancak O´nun verdiği nisbette kemâl vardır. Kemâlin nihayetiyle başkasına nimet vermek kudret dahilinde değildir. Çünkü kemâlin müntehasının en az derecesi başkasının müsahhar bir kölesi olmaması, başkasından kuvvet almamasıdır. Oysa böyle olmamak ALLAH´tan başkası hakkında muhaldir. Bu bakımdan kemâlle münferit, eksiklikten münezzeh, ayıplardan mukaddes bulunan ancak ALLAH´tır. O´nun eksikliklerden mukaddes ve münezzeh olmasının beyanı oldukça uzar ve mükâşefe ilimlerinin esrarındandır. Bu bakımdan biz onu zikretmekle sözü uzatmayacağız. O halde bu vasıf eğer sevilen bir kemâl ve cemâl ise, onun da bu hakikati ancak ALLAH için tamamlanır. ALLAH´tan gayrisinin kemâl ve kenezzühü mutlak değildir. Sadece kendisinden daha eksik olana nisbetendir. Nitekim atın merkebe, insanın da ata nisbeten kemâli olduğu gibi... Eksikliğin aslı hepsini kaplamaktadır. Onlar ancak eksiklik derecelerinde çeşitli ve farklıdırlar. Durum bu olduğu zaman güzel sevilir. Mutlak güzel ise ancak bir olan ALLAH´tır. Öyle ALLAH ki benzeri yoktur. O biricik ALLAH ki zıddı yoktur. Kendisiyle boy ölçüşen biri olmayan Samed´dir. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Gani´dir. Dilediğini yapan, irade ettiğine hükmeden, hükmünün önüne geçilemeyen Kâdir´dir. İlminden gökler ve yerde bir zerre dahi hariç bulunmayan Alîm´dir. Kabza-i kudretinden diktatörlerin, satvet ve kuvvetinden kayserlerin boynu kurtulmayan Kâhir´dir. Varlığının evveli olmayan ezelîdir. Bekâsının sonu olmayan ebedî´dir. Yokluğun imkânı huzurunun etrafında dolaşmayan varlığı zarurî olandır. Kendi, nefsiyle kâim olan ve her mevcudâtın kendisiyle kâim olduğu Kayyûm´dur. Göklerin ve yerin Cebbâr´ı, cansızların, canlıların ve bitkilerin yaratanıdır. Öyle ALLAH ki izzet ve ceberrûtla muttasıf, mülk ve melekût´da mütevahhiddir (ikisi de sadece O´nundur). Fazilet ve celâlin, revnak ve cemâlin, kudret ve kemâlin sahibidir. Öyle bir sahip ki O´nun celâlinin marifetinde akıllar şaşkına dönmüştür. O´nun vasfında diller konuşamaz olmuştur. Öyle ALLAH ki âriflerin kemâli marifetleri, O´nun marifetinden aciz olduklarını itiraf etmektir. Peygamberlerin peygamberliğinin zirvesi O´nun vasfını yapmaktan kusurluluğunu ikrar etmeleridir. Nitekim peygamberlerin efendisi şöyle buyurmuştur: Sen münezzehsin, kendi nefsini övdüğün gibi, seni övmeye gücüm yetmez.10 Sıddîkların efendisi Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: İdrâkin derkinden aciz olmak idrâktir´. Halk için marifetine marifetinden aciz olmalarından başka herhangi bir yol kılmayan ALLAH ortaktan münezzehtir. Madem ki durum budur, keşke bilseydim ALLAH´ın sevgisinin hakiki olarak mümkün olmasını inkâr edip de bunu mecazi kılan bir kimse acaba bu saydığımız sıfatların, güzellik ve övgü sıfatlarından olmalarını mı inkâr ediyor veya ALLAH Teâlâ´nın bu sıfatlarla muttasıf olmasını mı veyahut da kemâl, cemâl ve azametini idrâk edenin katında tabii olarak sevildiğini mi inkâr ediyor? Basireti kör olanların gözlerinden cemâl ve celâlini perdeleyen ALLAH ortaktan münezzehtir. Ancak ezelde iyi neticeye mazhar olan kimseler için cemâli görünmektedir. O kimseler ki perde ateşinden uzaklaştırılmışlardır. Zarar edenleri körlük karanlıkları içerisinde şaşkın bir şekilde dolaşmaya bırakmıştır. Onlar hissedilenler ve hayvanî şehvetlerin otlaklarında dolaşıp dururlar! Dünya hayatından görünür tarafı bilirler, ahiretten ise gafildirler. Hamd ALLAH´a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. Bu sebeple olan sevgi, ihsandan ötürü olan sevgiden daha kuvvetlidir; zira ihsan artar ve eksilir. ALLAH Teâlâ Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Katımda sevilenlerin en sevimlisi o kimsedir ki vergisiz bana ibadet eder. Onun ibadeti bir karşılıktan dolayı değil, rubûbiyetin hakkını yerine getirmek içindir!´ Zebur´da şöyle vârid olmuştur: ´Bana cennet veya cehennem için ibadet edenden daha zâlim bir kimse var mıdır? Eğer ben ne cenneti, ne cehennemi yaratmasaydım acaba itaat olunmaya lâyık değil miydim?´ Hz. İsa (a.s), bir grup âbidin yanından geçti. Zayıf ve naif düştüklerini görünce şöyle sordu: ´Bu haliniz nedir?´ Onlar ´Biz ateşten korkar, cenneti ümit ederiz´ dediler, Hz. İsa onlara ´Siz bir mahluktan korkuyor, bir mahluktan da ümit ediyorsunuz!´ dedi. Başka bir grubun yanından geçerken hallerini sordu. Onlar ´Biz ALLAH´ı sevdiğimizden ve celâlini tazim ettiğimizden dolayı ibadet ediyoruz´ dediler. Hz. İsa (a.s) onlara ´ALLAH´ın hakîki velî kulları sizsiniz. Sizinle beraber kalmakla emrolundum´ dedi. Ebu Hâzim11 şöyle demiştir: ´Ben ALLAH´a sevabın ümidi veya ikabın korkusu için ibadet etmekten utanıyorum. Çünkü bu takdirde efendisine karşı asi olan bir köle gibi olurum ki o köle efendisinden korkmazsa çalışmaz´. Haberde şöyle vârid olmuştur: Sakın hiç biriniz kötü amele gibi olmayınız ki ona ücreti verilmezse ve korkmazsa çalışmaz. Beşinci Sebep: Sevginin beşinci sebebine gelince, bu sebep, seven ile sevilen arasındaki uygunluk ve benzerliklerdir. Çünkü benzeri kendisine çekici gelir. Şeklin şekle meyli daha fazladır. Çocuğun çocuğa, büyüğün büyüğe, kuşun kendi türüne yakınlık gösterdiğini ve kendi türünden olmayan şeylerden kaçtığını görürsün... Âlimin âlime, sanatçıdan daha fazla ünsiyet ettiğini, marangozun çiftçiden daha fazla marangoza ülfiyet ettiğini görürsün. Bu tecrübenin şahidliğiyle perçinleşen bir hakikattir. Haber ve eserler de daha önce Sohbet Adabı ve ALLAH yolunda kardeş olma bölümünde geçtiği gibi bunun böyle olmasına şehadet ederler. Münasebet bazen zahirî bir mânâda olur. Çocukluk mânâsında çocuğun çocukla olan münasebeti gibi... Bazen de güzelliğin mülahazası veya mal veyahut herhangi bir hususta bir tamahkârlığın mülahazası olmaksızın iki şahıs arasında gördüğün birleşme gibi... Nitekim ALLAH´ın yüce rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: Ruhlar donatılmış askerlerdir. Onlardan tanışanlar birbirleriyle anlaşırlar. Onlardan tanışmayanlar anlaşamazlar. Bu bakımdan, burada tanışmak birbirine uygun olmak, tanışmamak da ikisinin arasında zıddiyet demektir. Bu sebep de bâtınî bir münasebetten ötürü ALLAH sevgisini iktiza eder ki o bâtınî münasebet, şekillerdeki benzerliğe dönüşmez. Aksine bâtınî olan birtakım mânâlara dönüşür ki onların bazısını kitablarda zikretmek caiz, bazısının yazılması caiz değildir. Bu ikinci kısım gayret perdesinin altında bırakılır ki hak yolun yolcuları sülûk şartını tekamül ettirdikleri zaman, ona muttali olsunlar. Burada zikredilen yakınlık kulun sıfatlarla rabbine olan yakınlığıdır. O sıfatlar ki onlardan rubûbiyet ahlâkıyla ahlâklanması emredilmiş, ´ALLAH´ın ahlâkıyla ahlâklanın!´ denilmiştir. Bu da ulûhiyyet sıfatlarından olan ilim, iyilik, ihsan, lütûf, başkasına hayır yapmak, merhamet etmek, halk için nasihat etmek, halkı hakikate irşad ve bâtıldan alıkoymak ve şeriatın diğer güzel şeylerinden oluşan ilâhîsıfatlardan olan güzel sıfatları elde etmektir. Bu bakımdan bu sıfatların hepsi, insanı ALLAH´a yaklaştırır. Bu yaklaşma, mekân olarak ALLAH´a yaklaşma değildir. Sıfatlarla yaklaşma mânâsındadır. Kitablarda yazılması caiz olmayan ve insanoğlunun özelliği olan münasebete gelince, bu münasebete şu ayetle işaret edilmiştir: Sana ruh´tan (ruh´un hakikatinden) sorarlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir!´ (İsrâ/85) Zira ALLAH Teâlâ bu ayette ´Ruhun rabbanî bir emir, beşer aklının hududunun haricinde olan birşey´ olduğunu beyan buyurmuştur. Ben onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!(Hicr/29) ALLAH Teâlâ, melekleri ona secde ettirmiştir. Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık! (Sâd/26) Zira Adem (a.s) ALLAH´ın halifeliğine ancak o münasebetle müstehak olmuştur. Bunu Hz. Peygamberin şu hadîsi remzetmektedir. ALLAH Teâlâ Adem´i, sureti üzerine yaratmıştır. Hatta eksik olanlar zannettiler ki duyularla idrâk edilen şu zâhir suretten başka bir suret yoktur. Bu bakımdan bunlar ALLAH Teâlâ´yı başka şeylere benzettiler (!) Cisim telâkki ettiler ve suret çizdiler. (Oysa) âlemlerin rabbi olan ALLAH, cahillerin dediğinden büyük bir yücelikle yüce ve münezzehtir. ALLAH Teâlâ´nın hadîs-i kudsîde Hz. Musa´ya (a.s) olan sözü buna işarettir: ´Hasta oldum, beni ziyaret etmedin!´ Musa ´Yârab! Bu nasıl olur?´ dedi. ALLAH Teâlâ ´Filan kulum hasta düştü de onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun´ dedi.12 Bu münasebet ancak farzları tam mânâsıyla edâ ettikten sonra nafile ibadetlere devam etmek suretiyle ortaya çıkar. Nitekim ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: Kul nafile ibadet yapmak suretiyle bana yaklaşır. Öyle ki onu severim. Onu sevdiğim zaman duyan kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum.13 Bu konu öyle bir konudur ki burada kalemin dizginini çekmek gerekir; zira insanlar burada hiziplere ayrılmışlardır. Zâhirî teşbihe meyledenlerin hizbi, münasebet hududunu aşıp da ittihad (kul ile ALLAH´ı birleştirme) hududuna varan ifratçılar zümresi hulûl´e kail olmuşlardır. Hatta bazıları Ene´l-Hak (Ben Hakkın kendisiyim) demiştir. Hristiyanlar İsa (a.s) hakkında dalâlete sapıp ´isa ALLAH´tır!´ dediler. Başkaları da Nâsût´a (beşere) lâhût´un kaftanını giydirdi. Başkaları da ´onunla birleşti´ dedi. Haşa ALLAH bütün bunlardan uzaktır. Kendilerine teşbih ve temsilin, ittihad ve hulûlün muhal olması görünmekle beraber kendilerine sırrın hakikati görünenler ise çok azdır. Ebu Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûri14 bu makamdan bakıyordu; zira şair şu şiirini ona okuduğunda vecde kapıldı: ´Durmadan senin sevginden bir konağa iniyorum ki akıllar onun inişi hakkında şaşkına dönerler!´ Ebu Hasan, durmadan bu aşk içinde üstleri kesilmiş, kökleri kalmış, kamış sazlıkta iki ayağı parçalanıp şişinceye kadar döndü ve bu yaralardan dolayı bilâhere vefat etti. İşte bu, sevgi sebeplerinin en büyüğü, en kuvvetlisi, en az bulunanı, en uzağı ve varlık bakımından en azıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz sevgi sebeplerinden malum olanlardır. Bunun hepsi mecazen değil hakîkaten, derecelerin en azında değil, en yücesinde ALLAH´ın hakkında sırt sırta vermişlerdir. Bu bakımdan basîret sahiplerinin nezdinde makul ve makbul olan sadece ALLAH´ın sevgisidir. Nitekim basireti kör olanlar için mümkün olan makulun, sadece ALLAH´tan başkasının sevgisi olduğu gibi.... Sonra bu sebeplerin biriyle halktan sevilen bir kimse, aynı sebepte onun ortağı olduğundan dolayı başkasının da onunla sevilmesi mümkündür. Oysa sevgide ortaklık; eksiklik ve kişinin kemâlini düşürmektir. Güzel bir vasıfla sıfatlanıp o vasıfta ortağı bulunmayan hiç kimse yoktur. Eğer bilfiil bulunmasa bile bulunması mümkündür. Ancak ALLAH bu hükmün dışındadır; zira O, celâl ve kemâlin nihayeti olan bu sıfatlarla mevsuftur. Ne varlık bakımından O´nun bir ortağı var, ne de imkân bakımından böyle birşey düşünülebilir. Bu bakımdan O´nun sevgisinde ortağın olmadığı şüphesizdir, öyleyse O´nun sevgisine herhangi bir eksiklik ârız olmaz. Nitekim ortaklığın O´nun sıfatlarına ârız olmadığı gibi... Bu bakımdan sevgiye müstehak olur; zira esas olan muhabbettir. Muhabbetin kemâli için bir istihkak vardır ki asla başkası ortak olamaz! 10) İmam Ahmed, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce l1) Adı Seleme b. Dinar el- A´rac´dır ve kendisi Tabiîndendir. 12) Müslim 13) Buhârî 14) Bağdadlı olan bu zat H. 295´de vefat etmiştir.
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Zevklerin En Yücesi Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) ve O´nun Cemâlini Temaşa Etmektir!
Zevklerin En Yücesi Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) ve O´nun Cemâlini Temaşa Etmektir! Ancak Bu Zevkten Mahrum Olanlar, Başka Zevkleri Tercih Edebilirler. Lezzetler idrâklere tâbidir. insan birtakım kuvvet ve tabiatların derleyicisidir. Her kuvvet ve tabiatın bir lezzeti vardır. Onun lezzeti kendisi için yaratılmış olan tabiatının gereği olarak elde etmektir; zira bu tabiatlar boşu boşuna insanoğlunda yaratılmış değildir. Her kuvvet ve tabiat, eşyadan biri için ki o da tabii olarak istenilen şeydir terkib edilmiştir. Bu bakımdan öfke tabiatı, düşmandan intikam almak ve gönlünü rahat ettirmek için yaratılmıştır. Öyleyse onun lezzeti galebe çalmakta, tabiatın muktezası olan intikamdadır. Yemek şehvetinin tabiatı, mesela bedenin varlığına sebep olan gıdayı tahsil etmek için yaratılmıştır. Şüphe yok ki onun lez-zeti tabiatın muktezası olan bu gıdayı edinmektedir. Kulağın, gözün, burnun lezzeti, görmek, dinlemek ve koklamaktadır. Bu bakımdan bu tabiatların biri, idrâk edildiklerine nisbeten bir elem ve lezzetten uzak değildir. Öyleyse kalpte de bir tabiat vardır ki ona da ilâhî nur adı verilir. ALLAH´ın göğsünü İslâm´a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22) Buna bazen akıl adı verilir. Bazen bâtınî basiret, bazen iman ve yakîn nuru adı verilir. Adlarla meşgul olmanın bir mânâ ve faydası yoktur. Zira ıstılahlar değişiktir. Oysa zayıf bir kimse ihtilafın mânâlarda olduğunu zanneder.Çünkü zayıf kimse mânâları lâfızlardan talep eder. Oysa bu, vacibin tam aksidir. Bu bakımdan kalp, bedenin diğer parçalarından ayrıdır. Öyle bir sıfatla ki o sıfat vasıtasıyla hayal edilmeyen ve âlemin yaratılışını idrâk etmesi veya kadim bir hâlika, müdebbir bir hakime, ilahî sıfatlarla mevsuf olan bir zata muhtaç olması gibi duyularla hissedilmeyen mânâları idrâk eder, Bu bakımdan biz bu tabiata akıl adı verelim. Şu şartla ki akıl teriminden, kendisiyle mücâhede ve münazara yolları idrâk edilen şey anlaşılmasın. Bu bakımdan akıl ismi bununla şöhret buldu ve bunun için de sûfîlerden bazısı aklı kötüledi. Oysa insanları hayvanlardan ayıran ve kendisiyle ALLAH´ın marifeti idrâk olunan bir sıfat, sıfatların en azizidir. Bu bakımdan kötülenmesi uygun değildir. O halde bu tabiatın bütün muktezası marifettir, ilimdir. Marifet de onun lezzetidir. Nitekim diğer tabiatların muktezasının onların lezzetleri olduğu gibi... İlim ve marifette bir lezzet olduğu gizli değildir. Hatta ilim ve marifete nisbet edilen bir kimse, hasis birşey hususunda olsa dahi bu nisbetle sevinir. Cehalete nisbet edilen bir kimse ise, hakir birşey olsa dahi onunla üzülür. Hatta insan, ilimle meydan okumak, hakir şeyler hakkında olsa dahi ilimle övünmekten uzak durmaya sabredemez. Tıpkı satranç bilen bir kimsenin bu bilgisinin kendisi hasis olduğu halde bu hususta başkasına ders vermekten kendisini alıkoymadığı gibi... Bildiğini söylemekten dilini zaptedemez. Bütün bunlar ilim lezzetinin ifratından ileri gelir. Zatının kemâli ilimle kaim olduğunu sezmesinden ileri gelir. Çünkü ilim rubûbiyet sıfatlarının en özeli ve kemâlin de zirvesidir. İnsan, zeka ve bol ilimle övündüğü zaman tabiatı rahata kavuşur. Çünkü övgüyü dinlediğinde zatının ve ilminin kemâlini sezer. Bu bakımdan nefsini beğenir ve bundan zevk alır. Sonra çiftçilik yapmak, elbise dikmek ilminin lezzeti, mülk siyaseti halkın işini tedbir etme ilminin lezzeti gibi temiz olmaz. Nahv ve şiir ilminin lezzeti de ALLAH, ALLAH´ın sıfatları, melekleri, göklerin melekûtu, yerin ilminin lezzeti gibi olmaz. İlmin lezzeti ilmin şerefi nisbetindedir. İlmin şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Hatta insan hallerinin iç yüzünü bilip de haber veren bir kimse bir zevk hisseder. Eğer bunları bilmezse tabiat onu tedkike zorlar. Eğer memleket reisinin iç âlemini ve idaredeki tedbirinin sırlarını bilirse, bu bilgi onun nezdinde bir çiftçinin veya örücünün iç âlemini bilmekten daha zevkli ve daha hoş olur. Eğer vezirin sırlarına ve tedbirlerine, neler yapacağına niyet ettiğine muttali olursa bu, onun nezdinde, belediye reisinin sırlarını bilmekten daha zevkli olur. Eğer vezirin üstünde bulunan sultanın içyüzünü bilirse bu bilgi, onun nezdinde, vezirin sırlarının içyüzünü bilmekten daha hoş ve daha zevkli olur. Bununla övünür, buna dört elle sarılır ve bunu tedkik etmeye daha fazla koyulur. Bunu sevmesi başka şeyleri sevmesinden daha fazladır. Çünkü buradaki zevk daha büyüktür. İşte bununla anlaşıldı ki marifetlerin en lezzetlisi en şereflisidir. Şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Malumatlar içerisinde en büyük, en kâmil ve en şereflisini bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en lezzetlisi, en şereflisi ve en güzelidir. Keşke bilseydim, varlık âleminde bütün eşyayı yaratan, kemâle erdiren, süsleyen, başlatan ve sonucu kendisine ait olan, müdebbiri ve tertipçisi olandan daha yüce, daha şerefli, daha kâmil ve daha büyük birşey var mıdır? Acaba düşünülebilir mi ki mülk, kemâl, cemâl, ve celâlde celâlinin başlangıçlarını ve ahvalinin acaipliklerini vasfedenlerin vasıflarını ihâta etmeyen rabbânî huzurdan daha büyük bir huzur olsun!? Eğer sen bu hususta şüphe etmiyorsan, rubûbiyet sırlarına bütün mevcudâtı ihata eden ilâhî emirlerin terettübüne olan ilmin, marifet çeşitlerinin en yücesi ve bilişlerin en üstünü, en lezzetlisi, en hoşu, en iştah çekicisi olduğunda da şüphe etmemen gerekir ve yine şüphe etmemelisin ki bununla sıfatlandıklarında nefislerin sezdiğinin en uygunu olanları kemâl ve cemâldir. O, sevincin büyümesine sebep olacak en lâyık şeydir. İşte bununla anlaşıldı ki (ilim lezizdir. İlimlerin en lezzetlisi de ALLAH´ı, sıfatlarını, fiillerini arşından toprakların en son zerresine kadar olan memleketindeki tedbirini bildiren ilimdir. Bu bakımdan marifetin lezzetinin diğer lezzetlerden daha fazla olduğunu bilmek uygundur. Diğer lezzetlerden gayem, şehvet, öfke ve beş duyunun diğer lezzetleridir. Çünkü lezzetler önce tür bakımından cinsî münasebetin lezzeti simâ´nın lezzetine ve marifetin lezzeti riyasetin lezzetine muhalif olduğu gibi o lezzetler heyecanlı bir gencin cimadan aldığı lezzetin, şehveti kırılmış bir kimsenin lezzetine muhalif olduğu, çok güzel olan bir yüze bakmanın lezzetinin, biraz daha çirkin bir yüze bakmanın lezzetine muhalif olduğu gibi, zâfiyet ve kuvvet bakımından daha değişiktirler. Lezzetlerin en kuvvetlisi ancak başkasma müessir olmakla tanınır; zira güzel bir yüze bakmak ve onun müşahedesinden lezzetlenmekle güzel kokuları koklamak arasında muhayyer bırakılan bir kimse, güzel yüze baktığında, bu güzel yüzlerin, hoş kokulardan daha zevkli olduğunu bilir. Yemek vaktinde, yemek hazırlandığı zaman satranç oynayan, oyuna devam edip yemeği terkederse, böylece bilinir ki satrançtaki lezzetin galebesi, bu kişinin nezdinde, yemek lezzetinden daha kuvvetlidir. İşte bu, lezzetlerin tercihinde doğru bir ölçüdür. Öyle ise konumuza dönelim. Lezzetler, beş duyunun lezzeti gibi, zâhirî kısmı ile riyaset, galib gelme, keramet, ilim ve bunlardan başka olan bâtınî lezzete bölünür; zira bu son lezzetler, ne göze olan lezzettir, ne burna, ne kulağa, ne dokunmaya, ne de tatmaya olan lezzettir. Bâtınî mânâlar, kemâl sahiplerine zâhirî lezzetlerden daha galip gelir. Eğer kişi, yağlı tavuk ve Lûzinc´in15 lezzeti ile riyaset, düşmanları mağlub etme ve istila derecesine varma lezzeti arasında muhayyer kılınırsa, eğer bu muhayyer kılınan kişi himmeti hasis, kalbi ölü, obur bir kimse ise, et ile helvayı tercih eder. Eğer yüce himmetli, kâmil akıllı ise riyaseti tercih eder, açlığa ve birkaç gün zarurî gıdadan yoksun kalmaya bile sabretmek ona kolay gelir. Bu bakımdan bu kişinin riyaseti tercih etmesi, riyasetin onun nezdinde hoş olan yemeklerden daha lezzetli olduğuna delâlet eder. Evet! Çocuk gibi veyahut da erkeklikten düşen bir kimse gibi, kuvvetleri kırılmış bir şahıs gibi, daha bâtınî mânâları tam tekâmül etmemiş eksik bir kimsenin, yemeklerin lezzetini riyaset lezzetine tercih etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir! Nasıl ki riyaset ve kerametin lezzeti çocukluk ve ikti-darsızlık eksikliğini geçiren bir insana en galip lezzet oluyorsa, rubûbiyet cemalini mütalaa etmek, ulûhiyetin sırlarına bakmak, halkın arasında en galip olan, lezzetlerin en yücesi olan riyasetten daha lezzetlidir. Bunu tabir ve ifade etmenin en güzel şekli şöyle demektir: Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!(Secde/17) ALLAH Teâlâ, onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetleri hazırlamışıtr. Bunu ancak iki lezzeti birden tadan bilir; zira şüphesiz ki böyle bir kimse tek başına yaşamayı, tefekkürü, zikri başka şeylere tercih eder. Marifet denizlerine dalar. Riyaseti terkeder. Kendilerine reislik yaptığı halkı reisliğinin yok olacağını bildiğinden ve riyaseti altında bulunan kimselerin fâni olduklarını anladığından, riyasetin hiçbir zaman üzüntülerden uzak olmadığını bildiğinden ve yeryüzü süsüne büründüğü ve yeryüzünde yaşayanlar artık ona kâdir olduklarını zannettikleri zaman kaçınılması mümkün olmayan ölümle sonuçlanacağını bildiğinden onları hakir görür. Onlara nisbeten ALLAH´ın marifetinin lezzetini, sıfat ve fiillerinin mütalaasını a´lâ-yı illiyyîn´den esfel-i sâfilîn´e kadar memleketinin nizamını büyük görür. Çünkü ALLAH´ın memleketi mücadele ve üzüntü verici olaylardan uzaktır. Oraya gelenler için geniştir. Genişliğinden ötürü onlara dar gelmez. Takdir bakımından onun genişliği ancak gökler ve yer kadardır. Nazar mukadderattan çıktığı zaman onların genişliğinin nihayeti yoktur. Onun mütalaasından ötürü ârif, daima genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennettedir. O cennetin bahçelerinde dolaşıp meyvelerinden koparır. Havuzlarından kana kana içer. O nimetlerin sonunun gelmeyeceğinden emindir; zira bu bahçelerin meyveleri ne koparılmış, ne de bir kimseye yasak kılınmıştır. Sonra o ebedî ve sermedîdir. Ölümle sonuçlanmaz; zira ölüm, ALLAH´ın marifetinin merkezini yıkmaz. Marifet merkezi de rab-banî ve semavî bir emir olan ruhtur. Ölüm onların hallerini bozar, meşguliyetlerine son verir, mânilerini ortadan kaldırır ve o ruhları azad eder. Onu yok etmek ise mümkün değildir. ALLAH yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlar. ALLAH´ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak; arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler.(Âlu İmran/169-170) Sakın bu nimetlerin, savaş meydanında öldürülen bir kimseye mahsus olduğunu zannetme; zîra ârif kişiye her nefeste bin şehidin derecesi verilir! Şehid olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni eder. Bu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehidliğin büyük sevabıdır.16 Şehidler âlimlerin yüce derecelerini gördüklerinde, bu mertebelerine rağmen âlim olmayı temenni ederler. Durum bu olduğundan gök melekûtu ve yerin bütün bölgeleri ârif kişinin meydanıdır. Dilediği yerde yerleşir. O yere cismiyle, şahsıyla gitmeye ihtiyacı yoktur; zira ârif kişi melekûtun cemâlini mütalaa ettiğinden dolayı genişliği gök ve yer kadar olan bir cen-nettedir. Her ârif için bu kadarı vardır. Biri diğerinin yerini daraltmaz. Ancak onlar nazarlarının ve marifetlerinin genişliği nisbetinde tenezzüh yerinin genişliğinde farklıdırlar. Onlar da ALLAH katındaki derecelerdir. Onların derecelerinin farklılığı sayılamayacak kadar çeşitlidir. Böylece anlaşıldı ki bâtınî olan riyaset lezzeti, kemâl sahiplerinin nezdinde bütün duyuların lezzetlerinden daha kuvvetlidir. Bu lezzet herhangi bir hayvanda, bir çocukta veya aklı tekamül etmemiş bir kimsede yoktur. Duyularla hissedilen, şehvetlerle bilinen lezzet de riyaset lezzetiyle beraber kemâl sahipleri için vardır. Fakat kemâl sahipleri riyaseti daha fazla tercih ederler. ALLAH´ın marifetinin, sıfatlarının, fiillerinin göklerin melekûtunun, mülkün esrarının, zevk bakımından riya-setten daha büyük olmasının mânâsına ise, ancak marifet mertebesine varmış, o mertebeyi tatmış bir kimse nâil olabilir. Basireti olmayan bir insana bunu isbat etmek mümkün değildir. Çünkü bu kuvvetin kaynağı kalptir. Nasıl ki çocuklara cimâ´nm lezzetinin top oynamanın lezzetinden daha üstün olduğunu ispat etmek mümkün değilse, erkeklik özelliğinden mahrum olan bir kimseye binefsec çiçeğini koklamaktan alınan lezzetten cimâ lezzetini daha büyük bulmak mümkün değilse... Çünkü bu kimse cimâ lezzetini idrâk eden kuvveti kaybetmiştir. Fakat erkeklik kuvvetine sahip olan bir kimse aynı zamanda koklama duyusu sağlamsa bu iki lezzetin arasındaki farkı idrâk eder. Bu kişi ancak şöyle demek kalır: Sevkeden bilir!´ Hayatım hakkı için ilim talebeleri her ne kadar, ilâhi işlerin marifetini talep etmekle meşgul olmasalar da onlar müşkilatların inkişafı anında bu lezzetin kokusunu koklarlar.Öğrenmesine gayret sarfettiği girift meselelerin çözümü anında o zevki duyar; zira onlar da marifet ve ilimlerdir. Her ne kadar o ilimlerin malumatları ilâhî malumatların şerefi gibi şerefli değil ise de... Uzun zaman ALLAH´ın marifetini düşünen ve kendisine ALLAH´ın mülk esrarından keşfolunan velev ki az birşey olsa bile bir kimseye gelince, o kimse keşfin husulü anında kalbinde öyle bir ferahlık bulur ki neredeyse onunla uçar. Ferah ve sürûrun kuvvetinden ötürü sebat ettiği için nefsini hayran hayran seyreder. Bu makam ancak zevk ile idrâk edilen bir makamdır. Burada sözün faydası pek azdır. İşte bu kadarcık birşey bile ALLAH´ın marifetinin eşyanın en lezzetlisi olduğuna ve ondan daha üstün bir lezzet olmadığına dikkatini çeker. Bunun için Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH´ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları ALLAH´tan meşgul etmez. O halde, dünya onları ALLAH´tan nasıl meşgul edebilir?´ Mâruf-u Kerhî´ye, ihvanından biri sordu: - Ey Ebu Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir? Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki: - Ölümün hatırlanması mıdır? - Ölüm de ne imiş! - Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır? - Kabir de ne imiş! - Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir? - Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır. Bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O´nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer O´nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer. Hz. İsa´nın haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Bir şahsın, ALLAH´ın talebiyle var kuvvetiyle meşgul olduğunu gördüğünde o talebin onu ALLAH´ın masivasından meşgul ettiğini bil!´ Meşâyihten biri rüyasında Bişr b, Haris´i görerek kendisine sordu: - Ebu Nasr Temmar17 ve Abdülvahab Verrak18 ne yaptılar? - Onları ALLAH´ın huzurunda yeyip içtikleri halde bırakıp geldim! - Ya sen? - ALLAH yemek ve içmek hususundaki isteğimin azlığını biliyor.Bunun yerine cemâline bakmayı bana nasip eyledi! Ali b. Muvaffık´tan şöyle rivayet ediliyor: Rüya âleminde cennette olduğumu gördüm. Bir sofranın sağında oturan bir kişi vardı. İki melek onun sağında ve solunda oturuyordu. Ona güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyordu. Cennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret´ül Kuds´a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardım. Arşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, ALLAH Teâlâ´nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyordu. Bunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe ´Bu kimdir?´ diye sordum. ´Bu Mâruf-u Kerhî´dir. ALLAH´a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptı. Böylece, ALLAH Teâlâ, kıyamet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı´ dedi. Bu rüyada bahsi geçen diğer iki kişinin de Bişr b. Haris ile Ahmed b. Hanbel olduğu söylenmiştir. Ebu Süleyman dedi ki: ´Kim bugün nefsiyle meşgul olursa, o yarın da nefsiyle meşguldür! Bugün rabbiyle meşgul olan bir kimse yarın da rabbiyle meşguldür!´ Süfyan es-Sevrî, Rabia Hatun´a şöyle sordu: ´Senin imanının hakikati nedir?´ Rabia Hatun ´Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı ALLAH´a iman etmedim ki ben kötü bir işçi gibi olayım. Aksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı ALLAH´a kulluk yaptım!´ Hz. Rabia, muhabbet mânâsında nazm ile şunları söyledi: ´Seni iki sevgi ile severim! İlki heva sevgisi, ikincisi de sevgi ehlisin diye seni severim! Heva sevgisine gelince o, senin zikrinle herşeyden uzaklaşmamdır. Senin ehil ve müstehak olduğun sevgiye gelince, o da bana perdeleri seni görecek derecede aralamandır. Orada ne hamd var, ne de benim hünerim! Fakat hamd hem orada, hem burada sana mahsustur!´ Muhtemelen Rabia Hatun, heva muhabbetinden ALLAH Teâlâ´nın dünyada kendisine ihsan ve inam ettiği suretteki sevgiyi kasdetmiştir. ALLAH Teâlâ´nın müstehak ve ehil olduğu muhabbetten de O´nü celâlinden ve kendisine keşfolunan cemâlinden dolayı sevmesini kasdetmiştir. İşte bu ikincisi, iki sevginin en yücesi ve kuvvetlisidir. Rubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki Hz. Peygamber rabbinden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir: Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım. Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir: ´Ben Yârab! Ya ALLAH! diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur. Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: ´Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!´ Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar. Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; ALLAH´ın (manevî visali ve) mülakatıdır. Evet sadece budur! İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmez. Bu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olur. Halk nimetlere dalar. Eğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı birşey hissetmez. Eğer ona cennet nimetleri arzolunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bile. Çünkü artık ötesinde makam olmayan bir makama varmıştır. Keşke duyularla hissedilenlerin sevgisinden başkasını anlamayan bir kimsenin, nasıl ALLAH´ın cemâline bakmanın lezzetine iman ettiğini bilseydim! Oysa ALLAH´ın ne şekli, ne de sureti vardır. O zaman ALLAH´ın kullarına va´di ve cemâline bakmanın en büyük nimet olduğunu zikretmesinin mânâsı ne olabilir? ALLAH´ı tanıyan bir kimse değişik şehvetlerle dağıtılmış lezzetlerin tamamının bu lezzetin kapsamına dahil olduğunu bilir. Nitekim şair şöyle demiştir: ´Kalbimin değişik hevaları vardır. Göz seni gördüğünden bu yana hevalarım bir araya geldi. Bu sefer kendisinden kıskandığım, benden kıskanmaya başladı. Sen efendim olduğundan beri insanların efendisi oldum. Ey benim dinim ve dünyam! Dünyalarını kendilerine terkettim!´ Biri şöyle demiştir: ´O´nun terki ateşten daha büyüktür. O´na kavuşmak cennetten daha hoştur´. Onlar bununla ancak kalbin ALLAH marifetindeki lezzetini, yemek, içmek ve cinsî münasebetin lezzetine tercih etmeyi kasdetmişlerdir. Çünkü cennet, duyuların lezzetlenme madenidir. Kalbin zevki ise sadece ALLAH´ın mülâkatındadır. Halkın zevklerinin farklılığının misali, zikredeceğimiz şu misaldir: Bir çocukta hareket ve farketmesinin başlangıcında bir tabiat belirir ki onunla oyunları ve eğlenceyi sever. Hatta o tabiat çocuğun yanında diğer eşyanın hepsinden daha lezzetli olur. Sonra süsün, elbise giymenin, hayvanlara binmenin zevkini hisseder. Bunların yanında oyunun lezzetini hakir sayar. Sonra cinsî münasebetin, kadın şehvetinin zevkini hisseder. Bundan ötürü ve bunun visali uğrunda bütün öteki istekleri bırakır. Sonra riyaset, yükseklik ve zenginik zevki başgösterir ki bu da dünya zevklerinin sonuncusu, en büyüğü ve kudretlisidir. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) Bundan sonra başka bir tabiat belirir ki onunla ALLAH´ın marifeti idrâk edilir. Fillerinin marifeti bilinir. İşte şahıs, bununla, bundan önceki şeyleri hakir sayar. Bu bakımdan her sonradan gelen daha kuvvetlidir. Bu ise en sonuncusudur; zira oyun sevgisi, erginlik yaşında ortaya çıkar. Kadın ve zînet sevgisi bülûğ yaşında, riyaset sevgisi yirmiden sonra, ilim sevgisi kırka yakın ortaya çıkar ki bu en yüce hedeftir! Nasıl ki çocuk, kadınlarla oynayıp riyaset talebinde bulunan bir kimseye oyunu terkettiği için gülerse, aynen bunun gibi baş olanlar da baş olmayı terkedip ALLAH´ın marifetiyle meşgul olanın haline güler. Ârifler ise derler ki: ´Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!´ 15) Lûzinc, şeker ile bademden yapılmış helva demektir. 16) Müslim, Buhârî 17) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz Kuşeyrî en-Nesâî´dir. 91 yaşında H. 228´devefat etmiştir. 18)Adı Abdulvehhab b. Abdülhakem b. Nafi Ebu Hasan el-Verrak el-Bağdadi dir. H. 250´de vefat etmiştir. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|