|
![]() |
#1 |
![]() Nefsin Kötü Huyları
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektubu Seyyid Nâkib Şeyh Ferid Buhârî’ye göndermiştir. Bu mektup; nefsi emmârenin yerilmesi, onun zâtî (özünde bulunan) hastalığı ve bu hastalıktan kurtulmanın ilacını izah hakkındadır. Şefkat ve merhamet vechi üzere göndermiş olduğu mektubuyla, bu samimi duâcı kulu imtiyazlı kılan kıymetli kardeşimin mektubunu okumakla şerefyâb oldum. Çok şerefli dedeniz Muhammed Mustafa (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)hürmetine, Sübhân olan Allâh-ü Teâlâ ecrinizi arttırsın, kadr-u kıymetinizi yüceltsin, gönlünüzü ferahlatsın ve işlerinizi kolaylaştırsın. Duâların en üstünü, selamların en mükemmeli, Onun ve Ehlinin üzerine olsun. Allâh-ü Teâlâ, hem zâhiren hem de bâtınen Onun sünnetine tâbi olma husûsunda bizleri dâim eylesin. (Bu duâya) “Âmin” diyen kula da, ALLAH rahmet eylesin. Ahlâkı bozuk olan dosttan ve kötü arkadaştan şikâyet bâbında birkaç paragraf yazmak istedim. Bunu kabul kulağıyla dinleyeceğinizi ümid ederim. Ey Kıymetli Evladım! Bilesin ki; insanın nefsi emmâresi, makam, mevki ve reislik tutkusu üzerine yaratılmıştır. Ve onun tüm arzusu bütün akranlarından üstün olmaktır. Asıl temennisi ise; bütün mahlûkatın kendisine muhtaç olması, emir ve yasaklarına boyun eğmeleridir. Ama kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmasını istemediği gibi, hiç kimsenin hükmü altına girmeyi de asla istemez. İşte bütün bunlar, nefsin ilahlık davası gütmesinden ve eşi-benzeri olmaktan münezzeh olan yüce yaratıcısına kendisini ortak görmesinden başka bir şey değildir. Hatta nefis, (bu durumda bile) mesûd olmaktan uzaktır. Çünkü ALLAH ile ortak olmaya bile razı değildir. Bilakis o sadece kendisinin hâkim olmasını ve herkesin kendi idaresi altında bulunmasını ister. Bir Hadîs-i Kudsîde vârid oldu ki: “Nefsine düşman ol. Zira o Bana düşmanlık için ayağa dikilmiştir.” Makam, reislik, yükselmek ve büyüklenme gibi nefsin arzu ettiği şeyleri ona vererek nefsi terbiye etmeye kalkışmak; hakikatte, ALLAH’a düşmanlık etmesi için ona yardım edip destek olmaktır. Öyleyse bu işin ne kadar çirkin olduğunun idrak edilmesi gerekir. Bir başka Hadîs-i Kudsîde ise şöyle buyuruldu: “Kibriyâ Benim ridam, azamet ise Benim izarımdır. Her kim bu ikisinden birinde Benimle mücâdeleye girerse, hiç aldırış etmeden (acımadan) onu ateşime atarım.” Şüphe yok ki alçak dünyanın Allâh-ü Teâlâ katında buğzedilmiş ve lânetlenmiş olmasının sebebi; dünyanın ele geçmesine, nefsin isteklerinin elde edilmesine yardımcı ve destekçi olması sebebiyledir. Her kim düşmana yardım ederse, şüphe yok ki lânetlenip kovulmaya müstehaktır. Fakirlik, Muhammedî bir gurur olmuştur. -Ona ve Ehline Salât ve Selam olsun.- Zira fakirlikte nefsin arzularının yerine gelmemesi ve âciz kalması vardır. Peygamberlerin –Onlara salât-ü selâm olsun gönderilmesinden maksad ve şer’i tekliflerdeki hikmet de, bu nefsi emmâreyi aciz bırakmak ve onu tahrip etmektir. Muhakkak ki şer’î emirler, bilhassa nefsânî istekleri kaldırmak için gelmiştir. Her ne zaman şerâitin gerektirdiği bir amel işlenirse, o amel nefsâni arzulardan kendi miktarı kadarını giderir. İşte bu sebeple, şer’î hükümlerden birini yapmak; nefsâni arzularını giderme konusunda, kendiliğinden (Şer’î bir emir ve tavsiye olmadığı halde, kendi aklına göre) bin sene riyâzât ve mücâhede de bulunmaktan daha üstündür. Hatta Şeriat-ı Garrâ’ya uygun olmayan bu riyâzât ve mücâhedeler (bırak köreltmeyi) nefsin arzularına güç ve kuvvet vericidir. Brahmanlar (Genelde Hindistan’da yaşayan ve kendilerini dünyadan soyutlayan Budist rahipleri) ve cukiler (Hind kafirlerinin dervişlerine cuki denir. Bu garip insanlar uzun süre bir şey yemez içmezler, çukurlar kazıp bir tek hava deliği bırakırlar ve orada aylarca kalırlar. İşte bu kimseler) riyâzât ve mücâhede konusunda hiçbir şeyi eksik bırakmadılar. Nefsanî istekleri kırmak, şehevi arzuları gidermek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak bu yapılanlar şerîata muvafık olmadığı için bundan kesinlikle faydalanamadılar. Neticede; nefsin kuvvetlenmesinden başka ellerine bir şey geçmedi. Mesela; bir kimse, şerîatın emrettiği zekâtı ödemek niyetiyle bir dânik (Dirhemin altıda biri miktarında az bir para) verse, nefisini eğitip adam etmek konusunda kendiliğinden bin dinar veren kimseden daha hayırlıdır. Aynı şekilde Ramazan Bayramı gününde şerîatın hükmü gereğince yemek yemek de, nefsâni arzuları giderme hususunda kendiliğinden senelerce oruç tutmaktan daha faydalıdır. Sabah namazının iki rekâtını cemaatle kılmak gibi sünnetlerden bir sünneti yerine getirmek, sabah namazı cemaatini terk ederek, gecenin tamamını nafile namazla geçirmekten daha faziletlidir. Hâsıl-ı Kelâm; nefis, liderlik ve üstünlük sevdasının pisliğinden temizlenmedikçe, kurtuluş imkansızdır. Bu hastalıktan kurtulmayı düşünmek ise zarûridir. Tâ ki ebedî ölüme götürmesin… Afâkî ve enfüsî ilahları nefyetmek için vazedilmiş olan “Lâ ilâhe illellâh” kelimesi, nefsi ıslah etmek ve temizlemek hususunda en uygun olanıdır. Tarikat Büyükleri -ALLAH onların sırlarını takdis etsin- nefsin tezkiyesi için bu kelime-i tayyibeyi tercih etmişlerdir. Şiir: “Lâ” kılıcıyla vurmadıkça boynuna masivânın İllALLAH sarayında, ALLAH’a kavuşamazsın. Nefis; inat ve azgınlık, fesat çıkarmak ve ahdi bozma makamında bulunduğu müddetçe, bu kelimeyi tekrar ederek îmânı yenilemek gerekir. Nitekim Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz: “Lâ ilâhe illallâh” sözüyle imanınızı yenileyin” buyurmuştur. Hatta bu kelimeyi bütün vakitlerde, her zaman tekrar etmek gerekir. Zira nefsi emmâre daima habâset makamındadır. Peygamber Efendimiz (SallALLAHü Aleyhi Vesellem)den bu kelimenin fazileti hakkında şöyle bir hadîsi şerif vârid olmuştur: “Eğer gökler ve yerler mîzânın bir kefesine, bu kelime de diğer kefesine konulsaydı, bu kelimenin bulunduğu kefe diğerine ağır basardı.” Selam, hidâyete tabi olanlara ve Hz. Muhammed Mustafa’nın sünnetine sımsıkı sarılanlara olsun. Ona ve Âline, ekmel manada salât ve çokça selam…
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Kerâmet’in Çokluğu Velâyetin Yüksekliğine mi delâlet eder?
Bu mektup Mirza Hüsameddin’e yazılmıştır. ALLAH dostlarının bazısından kerâmetlerin çok, bazılarından ise az zuhur etmesinin hikmeti, Tekmil ve irşad makamının en mükemmel şeklini ve buna münâsip halleri beyan etmektedir. Âlemlerin Rabbi Allâh-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Salât ve Selâm, Peygamberlerin Efendisine ve Onun tertemiz âline olsun. Şu zayıf (bitkin) hatıra şöyle geldi: Benimle dostlar arasına sûri uzaklık (Bedenen, şeklî uzaklık) girince ve yüz yüze görüşmek anka kuşu gibi olunca, (anka kuşu; ismi olan ama kendi olmayan bir kuştur. Yani görüşmek mümkün olmayınca) onlara zaman zaman bazı ilim ve mârifetleri yazmam münâsip oldu. İşte buna binâen bazı zamanlarda bu kısımdan bir şeyler yazıyorum. Umarım ki, bu iş bıkkınlık verici olmaz. Ey mahdum! Aziz dostum. Velâyet bizim aramızda bir bahis konusu olunca, avam halkın da nazarı kerâmetlerin zuhûruna yönelik olunca, bu konuyla ilgili birkaç kelime zikredeceğim. Bunların iyi dinlenip anlaşılması gerekir. Bilesin ki; Velilik, fenâ ve bekâdan ibarettir. Keşifler ve kerâmetler ise, ister az olsun ister çok olsun bunun levâzımındandır. Ancak kerâmeti çok olanın velâyeti daha tamam ve nasîbi daha çok demek değildir. (Yani kerâmeti çok olan velinin makâmı, kerâmeti az olandan daha büyük demek değildir) Aksine, çoğu zaman velâyeti tamam olanın (büyük velilerin) kerâmeti az oluyor. Kerametlerin çokça zuhur etmesinin iki dayanağı, sebebi vardır. 1- Urûc (yükselme) vaktinde yukarıya yükselişin daha çok olmasıdır. 2- Nüzül (iniş) vaktinde aşağıya inişin az olmasıdır. Hatta kerâmetlerin çokça görülmesindeki en büyük sebep, urûc tarafı ne şekilde olursa olsun, nüzûlün az olmasıdır. Çünkü nüzül sahibi (iniş halindeki veli) sebepler âlemine iner, eşyanın varlığını sebeplere bağlı olarak bulur. Ve sebepler perdesi arkasında da, sebepleri yaratan (Müsebbibü’l-esbab olan ALLAH)ın fiilini görür. Daha nüzül etmemiş olan kimse veya nüzül etmiş ama, henüz sebeplere ulaşmamış olan kimsenin bakışı, sadece sebepleri yaratan (ALLAH-ü Teâlâ)’nın fiilinde kalır. Çünkü sebepler onun nazarından tamamen kalkmıştır. Ve onun nazarı sadece sebepleri sebep kılan ALLAH-ü Teâlâ’nın fiiline takılmıştır. Hiç şüphe yok ki Hak Sübhânehü, bu iki veliden her birinin zannına göre ayrı ayrı muâmele eder. Bu yüzden, sebepleri görenin işini sebeplere terk eder. Sebepleri görmeyenin işini ise, sebepleri araya koymadan görür. “Ben kulumun, Bana olan zannının yanındayım” kuds-î hadisi, bu mananın şâhidi ve destekçisidir. Uzun zamandır (bir mesele) aklımı kurcalamıştı. Bu ümmetin kâmil velilerinden kerâmetlerin görülmemesinin sebebi nedir? Hâlbuki onlar geçmişte çoktu. Seyyid Muhyiddîn Abdülkâdir Geylânî hazretlerinden (kerâmetler) zuhur ettiği gibi (bu ümmetin velilerinden neden kerâmet görülmüyor?) Allâh-ü Teâlâ sonunda bu muammâ hâlin sırrını bana izhâr etti. Ve bildim ki; Seyyid Muhyiddîn Geylânî hazretlerinin urûcu, bir çok evliyânın yükselişinden daha yüksek idi. (Geylânî hazretleri) nüzül bölümünde, sadece ruh makamına kadar indi ki, o makam, sebepler âleminin üstündedir. Hasan-ı Basrî ile Habîb-i Acemî arasında geçen hikaye buna (iki makam arasındaki farkı anlatmak bakımından) uygundur. Yani geride geçen manayı kuvvetlendirir ve teyid eder. Hasan-ı Basrî’den şöyle naklolundu: Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün nehrin kıyısında durmuş karşıya geçmek için gemi bekliyordu. Bu sırada Habîb-i Acemî geldi ve ona, orada beklemesinin sebebini sordu. Hasan-ı Basrî hazretleri de: “gemi bekliyorum” dedi. Habîb-i Acemî: “gemiye ne gerek var, sende yakîn yok mu?” (yani ALLAH’ın, gemi olmadan, esbaba tevessül etmeden seni karşıya geçireceğine inancın yok mu?) dedi. (Bunun üzerine) Hasan-ı Basrî’de: “sende ilim yok mu?” (ALLAH’ın sebeplerle iş gördüğünü bilmiyor musun?) diye cevap verdi. (Netice de) Habîb-i Acemî, gemi kullanmadan su üzerinde yürüyerek nehrin karşı kıyısına geçti. Hasan-ı Basrî ise durup gemiyi bekledi. Hasan-ı Basrî hazretleri sebepler âlemine inmiş olduğu için, ona sebepler vâsıtasıyla muâmele edildi. Habîb-i Acemî ise, sebepleri tamamıyla gözünden silmiş ve bir kenara atmıştı. Dolayısıyla ona da sebeplerin aracılığı olmaksızın muâmele edildi. Ancak fazîlet ve üstünlük Hasan-ı Basrî’ye aittir. Çünkü o ilim sahibidir. Ayne’l-yakîn (görerek inanmak) ile ilme’l-yakîn (bilerek inanmak) arasını cem etmiş ve eşyayı da olduğu gibi bilmiştir. Zîra ALLAH’ın kudreti, işin aslında hikmet perdesinin arkasında gizlenmiştir. (Yani ALLAH-ü Teâlâ hikmetinin gereği, yaptığı işleri sebeplerle görür, kudretini de bunun ardına gizler.) Habîb-i Âcemî ise sekir (mânevî sarhoşluk) sahibidir. Onun gerçek fâile (ALLAH-ü Teâlâ’ya) sebeplerin tesiri olmadan yakînî inancı vardır. Ama bu görüş, işin aslına, özüne mutâbık değildir. Çünkü sebeplerin vasıta olması, gerçekte var olan bir durumdur. Tekmil ve irşad muâmelesine gelince o, kerâ-metlerin görülmesi muâmelesinin aksinedir. Çünkü irşad makamında nüzül daha fazla olursa, irşad da o nisbette mükemmel ve daha tam olur. Zîra irşad makamında, Mürşid ile mürid arasında münasebet hâsıl olması gereklidir. Bu münasebet de, nüzûle bağlıdır. (mürşid ile mürid arasında tam bir münasebet kurulabilmesi için, mürşidin sebepler âlemine inmesi lazımdır) Bilmiş olasın ki; Yükseliş ne kadar çok olursa, inişte (ona nisbetle) o kadar çok olur. Bundan dolayı, Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in yükselişi herkesin üzerinde olmuştur. İniş esnasında da herkesten daha aşağıya inmiştir. İşte bu sebeple Onun dâveti en mükemmel davet olmuş ve bütün mahlûkâta peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem inişin nihayetine ulaşması sebebiyle, her şeyle bir münâsebeti vardır ve Onun fayda verme yolu en mükemmel bir şekilde olmuştur. Çoğu zaman, bu (mânevî) yolun ortasında olanlar, yolun sonunda olup da geri dönüşleri olmayanlardan daha fazla, bu yolun taliplerine faydalı olur. Çünkü mutavassıt olanların, müntehî olanlara nisbetle, mübtedî olanlarla daha fazla münasebeti vardır. (Yani mânevî yolun ortasında olanların, bu yola yeni girenlerle; yolun sonuna varıp geri dönmeyenlerden daha çok münasebeti vardır) Bu manadan dolayı Şeyhülislam Herevî kuddise sirruhu şöyle dedi: “Şayet, (Ebu Hasan) Harkânî ile Muhammed Kassab aynı yerde olsalardı, sizi Harkânî’ye değil, Muhammed Kassab’a gönderirdim. Çünkü o, size Harkânî’den daha fazla fayda verir.” Yani Harkânî müntehî idi. bu sebeple müridin ondan faydalanması az olur. Burada Harkânî geri dönmemiş müntehilerdendi, yoksa mutlak müntehî (mutlak anlamda mânevî yolun sonuna gelmiş) değildi. Zira mutlak olarak yolun sonuna gelmiş birinin tam fayda vermemesi söz konusu değildir. Çünkü ALLAH Resûlü Muhammed Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in intihâsı, herkesten daha ileridir. Hâlbuki Onun verdiği fayda herkesinkinden fazla olmuştur. Dolayısıyla (bir mürşidin) fayda vermesinin az veya çok olması, geri dönüş ve inişe bağlıdır. Müntehî olup olmamasına değil. Ve de gerçek şudur ki, onun fayda vermesi herkesten daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki; tam veya eksik fayda verme durumu, muhatapların seviyesine inmek ve onlarla aynı düzeyde durabilmekle alakalıdır, sona ermek veya ermemekle alâkalı değil. Burada bilinmesi gereken bir incelik vardır. Nasıl ki velâyetin hâsıl olmasında, o velâyet sahibi için kendisinin velî olduğunu bilmesi şart değilse -ki bu meşhurdur- aynı şekilde kendisine âit kerâmetlerin olduğunu bilmesi de şart değildir. Hatta çoğu kere insanlar onun kerâmetlerini anlatırlar da, onun kendi kerâmetlerinden hiçbir haberi olmaz. İlim ve keşif sahibi olan velîlerin, kendi kerâmetlerinden haberlerinin olmaması mümkündür. Hatta onların misal âlemindeki sûretleri, pek çok farklı yerlerde görülür ve bu sûretlerden, uzak mesâfelerde bir takım acayip işler ve garip haller zuhur eder, halbuki bu sûret sahiplerinin bunların hiçbirinden haber yoktur. Fiil ancak O’ndandır, Gayrısı ise mazhardır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() BÎSMÎLLAHÎRRAHMANÎRRAHÎM
ALLAH c.c BES VE DER HEME AN ZÜLCEMAL BES. «MEN AREFE NEFSEHÜ, FEKAD ARAFE RABBEHU» Nefsimi bildim, sonra da Rabbüni bildim deyenler çoktur. Amma hakikat ehli, Rabbini bildikten sonra tekrar nefsini aradı. Bu sefer başka buldu ve bildi Kısmen de esaretinden kurtuldu. Cananı, terk-i can eyleyen buldu. Her abd, terk-i can eyleyemez. Meğer canan tenezzül edip lutfeyleye Mertebelerden makaamlardan geçenler ve kendilerine mal etmeyenler Hakka ulaşmışlardır. Ancak hakiki hiçlik mertebesine çıkanlarda, varlık anlere müzahir ve yardımcı olmuştur. Hayal ile hakikat, madde ile mana, batıl ile hak, cehl ile ilmin tefrik ve tesbiti; medresede mümkün değildir. Yok olup da varlığı bulan «ariflerin», (men arefe Rabbehu) sırrına mazhar olanların îrfan meclislerine mülazemetle elde edilir. BENDE KALAN YALNIZ BİR AD GERİSİ HEP SEN .. BEN BENDE DEGİLİM ARTIK VARLIGINDA KAYBOLDUM ..BEN SENİM .. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Bu mektûb, seyyid Mîr Muhibbullaha yazılmışdır. Dünyâda âhırete yarar iş görmek lâzım olduğu bildirilmekdedir:
ALLAHü teâlâya hamd olsun! ALLAHü teâlâ bizi ve sizi, dedelerinizin doğru yolunda bulundursun! İnsanların en üstünü, sevgili Peygamberinin "aleyhissalâtü vesselâm" sadakası olarak, düâmızı kabûl eylesin! Burada bulunan fakîrlerin hâli ve işleri çok iyidir. ALLAHü teâlâya dâimâ hamd ve minnet ederiz ve Onun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmetde ve âfiyetde olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için ALLAHü teâlâya düâ ederim. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zemânı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakda, ecel zemânını yaklaşdırmakdadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekden ve pişmânlıkdan başka elimize birşey geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zemânında, parlak dîne uygun yaşamağa çalışmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız umulur. Dünyâ hayâtı, iş yapacak zemândır. Keyf yapacak, eğlenecek zemân ileride gelmekdedir. Orada, dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecekdir. İş zemânını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması gibidir. Dahâ uzatarak başınızı ağrıtmakdan çekiniyorum |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() [2.88] Bu mektûb, molla Bedî’uddîne yazılmışdır. Kazâya râzı olmağı ve sâhibinin yapdığından lezzet duymak lâzım olduğunu bildirmekdedir:
ALLAHü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İyi kul, sâhibinin yapdıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Sâhibi, kulunun buğazına bıçak dayasa, kulun bundan râzı olması, sevinmesi lâzımdır. ALLAH korusun, eğer bunu beğenmez, istemezse, Onun kulluğundan çıkmış olur. Sâhibinden uzaklaşmış olur. Tâ’ûn [gibi sârî ve tehlükeli hastalıklar], ALLAHü teâlânın dilemesi ile gelmekdedir. Kendi isteği ile gelmiş gibi sevinmek lâzımdır. Tâ’ûn [ya’nî vebâ ve her bulaşıcı hastalık] gelince, kızmamalı, üzülmemelidir. Sevgilinin yapdığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Herkesin belli bir eceli, ya’nî ölüm zemânı vardır. Bu zemân hiç değişmez. Onun için, hastalıkda sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle derd ve belâlar gelince, ALLAHü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için düâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. ALLAHü teâlâ düâ edenleri, sıhhat ve selâmet istiyenleri sever. Mü’min sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Düâ ediniz! Düânızı kabûl ederim!) buyuruyor. [Bunun için her nemâzda, fâtiha okurken, ALLAHü teâlâdan hidâyet istiyoruz.] ALLAHü teâlâ, sizi, görünür ve görünmez belâlardan korusun! Âmîn. [Ya’kûb bin Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Şir’a-tül-islâm) şerhinde diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Düâ etmek, ibâdetdir) buyuruldu. Kabûl olmazsa da, sevâb hâsıl olur. Düânın kabûl olması için şartlar vardır: Halâl yimelidir. Harâm lokma yiyenin düâsı kırk gün kabûl olmaz. Düâ ihtiyâcı gideren, se’âdete kavuşduran kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, halâl lokmadır. Giydiği de tîb olmalıdır. Hazar olmayan, men’ edilmiş olmayan mala halâl denir. Hazer olmıyan, ya’nî şübheli olmıyan mala tîb denir. Düâ ederken, kalb uyanık olmalı, kabûl edileceğine inanmalıdır. Söylediğinden haberi olmıyan gâfilin düâsı kabûl olmaz. Düâdan evvel tevbe ve istiğfâr etmelidir. Düânın kabûlü için acele etmemelidir. Düâya devâm etmeli, usanmamalıdır. ALLAHü teâlâ, düâ etmeği ve düâ edeni sever. Kabûl etdiği hâlde, istenileni vermeği gecikdirerek, düânın ve sevâbının çok olmasını ister. Düâyı, hiç olmazsa, yedi kerre tekrâr etmelidir. Râhat ve huzûr zemânlarında çok düâ edenin, derd ve belâ zemânlarındaki düâları çabuk kabûl olur. Düâdan evvel, ALLAHü teâlâya hamd ve Resûlullaha salât ve selâm söylemelidir. Resûlullah “sallü aleyhi ve sellem” düâya başlarken, (Sübhâne Rabbiyel aliyyil a’lel-Vehhâb) derdi. Evvelâ, günâhlarına tevbe etmeli, sonra bütün mü’minlerin sıhhat ve selâmetleri için düâ etmeli ve her dileğini söyleyip, vermesini cân ve gönülden istemelidir. Akla ve şer’a uymıyan şey istememeli, meselâ, Cennetin sağ tarafında beyâz bir köşk ver dememelidir. Kalbine gelen hayrlı şeyi istemeli, söylediğinin ma’nâsını öğrenmelidir. Düâ, bir temennî olmamalı, istediği şeye kavuşduracak sebeblere yapışmalıdır. Meselâ, önce tâ’at ve ibâdâta sarılmalı, sonra ALLAHın rızâsına kavuşmak için düâ etmelidir. Tâ’atler, ibâdetler, rızânın, muhabbetin sebebleridir. Sebeblere yapışmadan yapılan düâ kabûl olmaz. Buna düâ denmez. Fâidesiz temennî denir. Ümmîd edilmiyen şeyi istemeğe temennî denir. Ümmîd edilen şeyi istemeğe recâ denir. İstenilen şeyin sebeblerine kavuşdurmasını dilemelidir. Hadîs-i şerîfde, (Çalışmadan düâ eden, silâhsız harbe giden gibidir) buyuruldu. Abdest alıp, diz üstüne, kıbleye karşı oturup, elleri göğüs hizâsında ileri uzatıp, avuçları [semâya karşı] açıp, Peygamberlere ve Evliyâya tevessül ederek, Onların hâtırları ve hurmetleri için istemeli, sonunda (Âmîn) demelidir. Herşeyden önce, afv ve mağfiret ve âfiyet için düâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli düâ, (ALLAHümme rabbenâ âti-nâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kı-nâ azâbennâr)dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı düâ yapmamalı, [meselâ (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir]. Kabûl olursa, pişmânlık fâide vermez. Şir’a şerhinden terceme temâm oldu.] |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() 12
MEVZUU : a) Fena ve bekanın elde edilmesi.. b) Her şeyde has yüzün ortaya çıkması.. c) Seyr-i fillâhın hakikatı. d) Zat-ı berkî tecellisi ve diğerleri.. *** NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu büyük şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır. *** Kulların en küçüğü Ahmed'den bir arzuhaldir; hal arzı makamının yücesine sunar. halini arz eder etmesine ama, kusurlarından hangisini arz edeceğini, o dahi bilemez. ALLAH-ü Taâlâ'nın dilediği şey olur; onun istemediği bir şey olmaz. Güç ve kuvvet, ancak Yüce Azim ALLAH'ındır. *** Fenafillah ve bekabillah makamları ile ilgili ilimleri; inayeti ile Sübhan Hak açtı. Bundan sonra: a) Her şeyde has yüz nedir?. b) Seyr-i fillah işinin manası nedir?. c) Zat-ı berkî tecellisi nedir?. d) Muhammedi meşrebdeki kimdir?. Ve.. Anlatılanların benzeri şeyler belli oldu. *** Her makama ıttıla peydah olmaktadır. Ama, o makamın levazimi ve zaruriyatına göre.. Bundan sonra, oradan geçiş vuku buluyor. Az bir şey dışında, ALLAH'ın velî kullarının haber verdiklerinden bir şey kalmadı. Hemen hepsini, illetsiz olarak, gösterdim ve öğrettim. (Yahut: Gördüm, bildim.) Kabul eden etti. Aynı zamanda, eşyanın kendini yapma olarak görüyorum. Keza kabiliyetlerin ve istidadların da aslını yaratılma çeşidinden yapılmış görüyorum. Sübhan ALLAH, kabiliyetlerin mahkûmu değildir; zira ona: Hiç bir şeyle aleyhte hükmedilemez. Bu manada daha fazla açılmayı edep dışı bilerek bırakıyoruz. Bir şiir: İnsana düşen odur ki, zaman haddini unutturmaya.. *** |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() FIRKA-I NÂCİYE
Mısra Asıl olan iş budur, bundan gayrısı boştur. Bu yetmiş üç fırkadan her biri şeriata tabi olduğunu iddia eder ve cehennemden kurtulacağı bildirilen fırkanın, kendi fırkası olduğuna inanırlar. “Her fırka kendi yanında olanla, (doğru yolda olduğunu sanarak) böbürlendi.” (Müminûn: 53) ayeti kerimesi onların halini doğrular. Bu muhtelif fırkalar arasından Fırka-i Naciyeyi ayırabilmek için Nebiyyi Sadık’ın açıkladığı delile gelince, o delil Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın şu sözüdür: “Onlar Benim ve Ashabımın bulunduğu hal üzere olanlardır.” Burada Şeriat Sahibi olan Peygamber Efendimizin sadece Kendisini zikretmesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesi, şu manayı ilan ve ifade etmek için olabilir: “Benim yolum, Ashabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız onların yoluna tabi olmaya bağlıdır.” Nitekim ALLAH-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Resûle itaat ederse, ALLAH’a itaat etmiş olur.” (Nisa: 80) (Bu ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere) Resûle itaat etmek, ALLAH’a itaatin ta kendisidir. Ona muhalefet etmek ise, ALLAH-ü Tealâ ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir. ALLAH Sübhanehü, Resûle itaat etmediği halde ALLAH’a itaat ettiğini zanneden bir cemaatin halinden haber vermiş ve onların küfrüne hükmetmiştir. ALLAH Sübhanehü ayeti kerimede şöyle buyurdu: “ALLAH ile Peygamberinin arasını ayırmak isterler ve: ‘Biz (peygamberlerin) bazısına inanır, bazısını da inkâr ederiz.” (Nisa: 150) Peygamber Efendimize tabi olma iddiası, Ashabın yoluna tabi olmadan batıl bir iddiadır. Hatta bu ittiba, hakikatte Resülüllah’a isyanın ta kendisidir. Hal böyle olunca, bu yolda necat bulmak (kurtuluşa ermek) nasıl mümkün olur? Şu ayeti kerime onların hallerine uygundur: “Onlar kendilerini bir şey üzerinde (doğru yolda olduklarını) sanıyorlar, iyi bilin ki onlar yalancılardır.” (Mücadele: 18) Hiç şüphe yoktur ki, Resûlüllah SallALLAHü Aleyhi Vesellemin ashabına ittibaya sarılan fırka, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaattir. ALLAH onların sa’yini meşkûr eylesin. İşte Fırka-i Naciye (kurtuluşa eren fırka) bunlardır. Şia ve Hariciler (taifesi) gibi ALLAH Resûlünün ashabına ta’n edenler (aleyhinde laf edip karalayan kimseler) onlara tabi olmaktan mahrumdurlar. Mutezile de kendi başına sonradan ortaya çıkmış bir mezheptir. Onların öncüsü Vasıl b. Atadır. Kendisi Hasan-ı Basrî’nin talebelerindendi. Sonra onun meclisinden ayrılıp küfür ve iman arasında bir vasıtanın ispatına kail olunca, Hasan-ı Basri onun için “İ’tezele Anna” “bizden ayrıldı” dedi. (Bundan dolayı, onlara “ayrılan” manasında “Mu’tezile” denildi.) (Ehli Sünnet yolunda olmayan) Diğer fırkalar da bu kıyas üzeredir. Ashab-ı Kiram hakkında kötü söz söylemek, fil-hakika ALLAH Resulüne karşı kötü söz söylemektir. Sahabe-i Kirama saygı göstermeyen, ALLAH Resulüne iman etmemiştir. Çünkü onların kötü olması, onların sahibinin de kötü olması sonucuna varır ki, böylesine kötü bir itikaddan ALLAH’a sığınırız. Aynı şekilde, Kur’an ve Hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hükümleri ancak sahabenin nakilleri vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Onlar kötülendiği zaman, aynı şekilde onların yapmış olduğu nakiller de kötü sözlere hedef olur. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına mahsus olup diğer kısmına mahsus olmayan bir şey değildir. Bilakis sahabenin hepsi adalette doğrulukta ve tebliğ işinde müsavidir. (Dolayısıyla) Onlardan hangisi olursa olsun, bir tanesine dahi dil uzatmak, dine ta’n etmek (dîni karalamak) demektir. Böylesine (çirkin) bir şeyden, noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH’a sığınırız. Ashab-ı Kiram aleyhinde söz edenler eğer şöyle derlerse: “Aslında bizde sahabeye tabiyiz. Fakat ittibanın gerçekleşmesi için sahabenin hepsine tabi olmak gerekmez. Hatta sahabenin görüşleri ve usulleri muhtelif olduğu için hepsine tabi olmak zaten mümkün de değildir.” (Böyle diyenlere) Şöyle cevap veririm: “Sahabenin bazısına tabi olmak, ancak diğerlerini inkâr etmedikçe fayda verir. Ne zaman ki Ashabın bazısını inkâr etmek gerçekleşirse, o takdirde diğer kısmına tabi olmak tahakkuk etmez… Nitekim Hz. Ali (KerremALLAHü Vechehü) üç halifeye de ta’zim eder ve ihtiram gösterirdi. Onlara uymanın hak olduğunu bilerek onlara biat etti. O halde diğerlerini inkâr ederek, Hz. Ali’ye tabi olduğu iddiasında bulunmak, katıksız bir yalan ve kuru bir iddiadan başka bir şey değildir. Bilakis onları inkâr etmek, hakikatte Hz. Ali (KerremALLAHü Vechehü) efendimizi inkâr etmek, onun sözlerini ve fiillerini açıkça reddetmektir. ALLAH’ın Aslanı Hz. Ali için takiyye (inandığı doğruları açığa vurmayıp, içinde bulunduğu zamana uygun görünme yolunu benimsemek) ihtimalini caiz görmek ise, akılsızlığın son raddesidir. Çünkü sağlıklı bir akıl, ALLAH’ın aslanı Hz. Ali’nin otuz seneye yakın bir zaman, üç halifeye karşı olan buğzunu gizleyip, bunun aksini izhar ederek onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğin olmasını asla caiz görmez. Hâlbuki bu tür bir nifak, ehli İslam’ın en alt derecesinde olan biri için bile tasavvur edilemez. Bu işin çirkinliğini iyi düşünmek ve anlamak gerekir. Çünkü böyle bir anlayış, ALLAHın aslanı Hz. Ali (KerremALLAHü Vechehü) ye yakışmayan büyük bir zayıflığı, son derece yetersiz olmayı ve küçük düşürücü bir hilekârlığı, kendisine nisbet etmeyi gerektirir. Farz-ı muhal ALLAH’ın Aslanı için takiyyeyi caiz görsek bile, ALLAH Resulü SallALLAHü Aleyhi Vesellem Efendimizin başından sonuna kadar (tüm hayatı boyunca) üç halifeyi yüceltmesi ve onlara değer vermesi konusunda ne diyecekler? Zira burada takiyye yapmanın imkânı yoktur. Çünkü Hak olanı tebliğ etmek Resûlüllah üzerine vaciptir. Bu makamda takiyye yapmayı (iki yüzlü davranmayı) caiz görmek, zındıklığa kadar götürür. Nitekim ALLAH-ü Tealâ buyuruyor: “Ey Resül! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan Onun risaletini tebliğ etmemiş olursun.” (Maide: 67) Kâfirler şöyle dedi: “Muhammed, gelen vahyin içinden Kendisine uyanı açıklıyor uymayanı ise gizliyor.” Kesin olan bir şey var ki, Nebî’nin hata üzere olması caiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriata halel gelir. O halde Peygamber Efendimizden üç halifeye tazim ve ihtiram etmesinin aksine bir tavır sadır olmayıp, onlara verdiği değeri ortadan kaldıracak bir şey de zuhur etmediğine göre bilindi ki; Efendimizin üç halifeyi tazimi ve onlara değer vermesi hatadan korunmuş ve zevalden muhafaza edilmiştir. Esas meseleye dönersek, onların (yukarıda değindiğimiz) itirazlarının yani şüphelerinin cevabını, öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde açıklayalım. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|