![]() |
#3 |
![]() Halkçılık, devletçilik ve milliyetçilik ilkelerini iç içe geçirip kaynaştırmak suretiyle tek parça haline
getiren parti, böylelikle ideolojisinin sosyal ve ekonomik politikalarını ortaya çıkarmış oldu. Gerek kapitalist, gerekse sosyalist bir yapılanmadan son derece uzak olan bu kaynaşma, dönemin Avrupasında popüler olan korporatist uygulamaların son derece tipik bir uzantısından başka bir şey değildi. Halkçılık ilkesini önceki programlara göre daha geniş bir şekilde açıklayan 1935 yılı CHP programında bu konuda yer alan ifadeler şöyle: İrde [İrade] ve egemenlik kaynağı ulustur. Bu irde ve egemenliğin, devletin yurtdaşa ve yurtdaşın devlete karşı olan ödev ve yükümlerini tamamiyle yerine getirmek için kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanun karşısında, saltık [mutlak] bir eşitlik kabul eden, ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir klasa [sınıfa], hiçbir cemaate ayralık [ayrıcalık] tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz. Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı klaslardan [sınıflardan] karışıt değil, fakat ferdiğ [bireysel] ve sosyal hayat için, işbölümü bakımından, türlü hizmetlere ayrılmış bir sosyete [toplum] saymak esas prensiplerimizdendir; çiftçiler, küçük zanaat sahibleri, esnaf ve işçilerle, özgür ertik [serbest meslek] sahibleri, endüstrieller [sanayiciler], tecimerler [tacirler] ve işyarlar [memurlar] Türk ulusal kuramının başlıca çalışma örgenleridir [organlarıdır]. Bunların her birinin çalışması, öbürünün ve kamunun hayatı ve genliği [refahı] için bir zorağdır [zarurettir]. Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klas [sınıf] kavgaları yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek, ve asığlar [menfaatler] arasında, biribirlerine karşıt olmayacak surette, uyum kurmaktır. Asığlar kapasite ve çalışma derecesine göre olur. Parti programı metninde ilk dikkat çeken nokta, yapılan tanım gereği tek bir kelimeyle 'imtiyazsızlık' şeklinde de özetlenebilecek olan halkçılık ilkesinin tamamen sosyoekonomik bir KEMALİZM - 8 - dayanışmacılık çerçevesinde açıklanıyor oluşu. Her meslek grubunun bir bütünün parçaları olarak ele alındığı ve herbir parçadan diğer parçalar ile uyum içerisinde çalışmasının beklendiği, rekabetin değil, işbölümünün hakim olduğu ve hepsinden önemlisi, bütün bu işleyişin topyekün devletin düzenleyiciliği ile gerçekleştirildiği bu ekonomik sistem, o dönemde Avrupa'da kurulan faşist partiler tarafından ortaya çıkarılmıştı. Faşizm, günümüzde hakaret amaçlı kullanılan bir ifade halini almışsa da, kelime anlamı itibariyle kendine özgü bir ideolojinin ifadesi. Faşist ideoloji, bireylerin ya da toplum içerisindeki grupların kendileri adına karar alıp uygulamalarının devletin menfaatlerine aykırı olduğu düşüncesinden yola çıkarak, 'milli bir birlik' tesis edilmesini öngörüyor. Bir milli liderin (Führer, Duce) önderliğinde örgütlenen devlet, bu noktada, piyasa aktörlerinin sözkonusu milli birliğin gereklerine uygun gelecek şekilde, rekabet değil uyum içerisinde çalışmalarını temin etme görevini üstleniyor. Kendisini bürokrasinin olduğu kadar halkın da yöneticisi olarak gören devletin (1) ekonomik alandaki uygulamaları kontrolü altına alması (devletçilik), (2) bu uygulamaların istenilen sonuçları doğurabilmesi için halkın, 'devlet' adlı bütünün birbirleriyle rekabet etmeyen ve uyum içerisinde çalışan eşit parçaları olarak tanımlanması (halkçılık) ve (3) bu sistemin işleyebilmesi için herkesi aynı milli hedefe kenetleyen bir idealin ortaya çıkarılması (milliyetçilik), faşist anlayışın birbirini tamamlayan tipik özellikleridir. Bu yönüyle devletçilik, halkçılık ve milliyetçilik ilkelerinden birinin eksikliği durumunda bu bütünselliğin bozulacağı söylenebilir. Bu yapının, ekonomik çerçevedeki karşılığı korporatizmdir. 1920'lerden sonra Mussolini İtalyası ve Nazi Almanyasında popülerleşen bu sistemin Türkiye'ye adaptasyonunun, (CHP parti programlarından ve Altı Ok konseptinin oluşum sürecinden hareketle) 1931 yılında tamamlanmış olduğu söylenebilir. Bu kronoloji doğrultusunda da, Kemalizmin Nazi Partisi'nden değil, İtalyan Milli Faşist Partisi'nden etkilendiğini söylemek daha doğru gibi görünse de, konuyu o dönemde ekonomik bir kriz içerisinde olan dünyada hakim olan yeni eğilimler ve arayışlar çerçevesinde değerlendirmek daha makul bir yaklaşım olur. 10. Yıl Marşı'nda yer alan 'İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz' şeklindeki mısrada ifadesini bulan Kemalist halkçılık, söz konusu korporatist yapısından ötürü, (zaman zaman ilişkilendirildiği) 'halk egemenliği' düşüncesiyle de aslında tamamen ilgisiz bir yapıya sahip. Ancak bu noktada Kemalizmin (siyaset bilimci olmayan) ideologlarının 'halk egemenliği' ve 'ulusal egemenlik' kavramlarını (muhtemelen aradaki farkı bilmeden) birbirlerinin yerine kullanmakta olduklarını da belirtmek gerekli. 4. DEVLETÇİLİK Türkiye'de milli eğitim kurumlarında (ve bu kurumlara hakim olan eğitim sisteminin doğurduğu zincir reaksiyon nedeniyle daha pek çok yerde) yakın tarihimiz anlatılırken, 1920 ve 30'lu yıllarda Avrupa'da etkin olan politik ve ekonomik akımlara yeterince değinilmiyor. Söz konusu akımların cumhuriyet dönemi üst düzey yöneticilerini nasıl etkilemiş olduğu konusunun pek gündeme gelmiyor oluşunun nedeni de herhalde bu... Ancak bu durum, ilgili dönemin düşünce hayatının gerek yurt içi, gerekse yurt dışındaki gelişmelerden tamamen bağımsız kılınarak ağır bir lider kültü eksenine hapsedilmesi ve cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen değişimin neredeyse - 9 - bütünüyle Milli Kahraman'ın dehasının bir ürünü olarak sunulması ile hepten aşırı bir uca taşınıyor. Bu tür yaklaşımların Türkiye'de zihinleri (ve dolayısıyla da düşünce hayatını) çok ciddi ölçüde kısırlaştırdığı muhakkak. Zira Lale Devri'nden itibaren Avrupa'daki fikir akımlarından giderek daha fazla etkilenmiş olan bir halkın, gerek bu etkileşimlerden, gerekse kendi kültüründen ileri gelen birikiminin yok sayılması, bir yandan yakın tarihimizi suni temeller üzerine oturturken, diğer yandan da, (söz konusu tarihin bugüne yansımasının çok kuvvetli olması nedeniyle) günümüz politik hayatını dahi çıkmazlara sürüklüyor. Böyle bir düşünce ortamında, bütün argümanlar eksik ya da çarpık bilgi üzerine bina edildiğinden, ihtilaf nedeni olan konuların belli bir resmi çerçevenin dışında tartışılabilmesi de mümkün olamıyor. Devletçilik de, Türkiye'de ihtilaf nedeni olagelmiş konulardan biri. Türkiye'nin dışa açılması ve devletçiliği çoktan terk etmiş olan dünyaya entegre olmaya çalışmasıyla birlikte gündeme gelen bu 'Atatürk ilkesi', (pek çok konuda olduğu gibi) Kemalist statüko yanlıları ile değişim isteyenler arasında bir çekişmeye neden olmakta. Kemalist kesim, devletin ekonomideki varlığının Atatürkçü anlayışın bir gereği olduğu gerekçesiyle kamu mallarının satılamayacağını öne sürerek, karma ekonomi ve sosyal demokrasiden yana tavır belirliyor. Değişimden yana olanlar ise, (muhtemelen Atatürk dışı bir çözüm önerisinin tepki ile karşılaşacağı düşüncesinden hareketle) Atatürk döneminde alınan özel teşebbüs yanlısı kararları nazara vererek serbest piyasacı bir Atatürk portresi çizmeye çalışıyor. Ancak Kemalist devletçilik söz konusu olduğunda, sadece değişimcilerin değil, Kemalistlerin yaklaşımları da fazlasıyla problemli. Kemalist Devletçiliğin Korporatist Yapısı 1920'lerden itibaren Avrupa'da güçlenmeye başlayan korporatist anlayışın Türkiye'de bilinmiyor ve öğretilmiyor olması nedeniyle, Atatürk devletçiliği de sosyalizm – sosyal demokrasi – kapitalizm hattı üzerinde yer alan iki boyutlu değerlendirmelere hapsediliyor. Bir başka deyişle, söz konusu hattın korporatizmi dışarıda bırakan dar yapısından ötürü, Atatürk devletçiliği, |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|